Kutsal kitapların girizgâhında hep "söz"e dair bir vurgu dikkat çeker. Mesela Hıristiyanların kitabı olan İncil, "Önce söz vardı" diye başlar. Müslümanların kitabı Kur'an-ı Kerim'deki ilk ifade bilindiği gibi "İkra"dır.
Teologlar bunun manasını el'an tartışmaktadır. Düz bir çeviri yapılırsa bunun karşılığı, herkesin malumu olduğu üzere, "Oku"dur. Oysa kutsal metinlerin semantiğine ilişkin hassasiyeti bilinen kıymetli teolog Salih Akdemir, bu tercümenin semantik bir değişmeyi atladığını, Kur'an'ın nazil olduğu dönemin Arapçasında "İkra'nın "(Onlara hakikati) anlat" anlamına geldiğini ifade ediyor.
İnsanla dünyanın kültürel olarak söz'e bağımlı bir yapısı olduğu yaygın olarak bilinir. "Söz"ün varlığıdır "anlam-eylem" diyalektiğini kuran. Ama söz'ün sözelliği ile yazılı oluşu arasında ciddi ayırımlar vardır. Mesela kadim dünya "sözün sözelliği"; modern dünya ise "söz'ün kitabîliği" ile anılır. Bu ayırım basit ve araçsal bir anlam taşımaktan çok, yol açtığı farklı kültürel yapılanmalarla düşündürücüdür. Kısacası şöyle diyebiliriz; sözelliğin dünyasında yaşayan insan ile kitabîliğin dünyasında yaşayan insan aslında birbirinden çok farklı iki ayrı hayatı yaşayıp; birbirinden çok farklı düşünüş ve duyuşlara sahip olur ve çok farklı eylemlerde bulunur. Şöyle de denilebilir: "Söz"ün nasıl ya da hangi araçlara dayalı olarak tasarruf edildiği, nasıl yaşadığımızı da belirliyor. Aşağıda bu ayırıma yeniden döneceğiz.
Kadim dünyada "söz"ün üzerinde felsefî bir duruş geliştiren en önemli kültür havzasının Grek dünyası olduğunu biliyoruz. Özellikle Efesli Herakleitos, varlığı kuran hakikat olarak "logos"u işaret ediyordu. Logos, Grek felsefesinin en zengin ve en çapraşık kavramlarından birisidir. Kıymetli felsefeci Hakkı Hünler'in gayretleriyle Türkçeye kazandırılan Francis E. Peters'ın "Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü"nde logos; konuşma, açıklama, hesap, akıl, tanım, akıl yetisi ve oran gibi anlamlarla anılır. Bu, aslında daha sonraları, Latincede "oratio" ve "vox", Arapçada "kelam" ya da "nutk" olarak karşılanacak olan bir kavramdır.
Logos ya da bizdeki karşılığı ile kelam, Herakleitos'ta, evrendeki düzenliliği sağlayan ve ancak gizli ve derin akıl yürütmelerle kavranabilecek olan; "oran" (proportion) ile bağlantılı bir değişme kanunu olarak kullanılmıştır. Ama aynı Herakleitos, her ne kadar kozmik ve mistik yan anlamlara açılsa da, logos'u "ateş" gibi maddî bir gerçeklikle bağlandırmaktan çekinmemiştir. Logos kavramını felsefîleştiren ve ona epistemolojik, yani bilgi dünyamızdaki karşılığını kazandıran Platon olmuştur. Platon, "logos"u, "hakiki, doğru ve hesabı akıl ile verilebilir bilgi" olarak tanımlar. Aristo ise "logos"a ahlakî bir boyut kazandırır: Onu ölçülülüğü içeren "ortak akıl" ya da "akl-ı selim"in karşılığı olarak selamlar.
Daha ilginç olan ise Stoiklerin logos'u kavramlaştırmasıdır. Onlar "logos"u, daha sonra bizim Vahdet-i Vücutçularda ve Vahdet-i Mevcutçularda da dile geldiği üzere, bütün varlığa sirayet eden ve hayatımızı (kozmik duygudaşlık) ahlakî olarak şekillendiren bir hakikat ilkesi olarak görmüşlerdir. Ama bana daha ilgi çekici gelen özellikle "iç logos", yani "tefekkür" ile "dış logos", yani "konuşma" arasındaki ayırımı yapmalarıdır. Bu, yukarıda işaret edilen "söz"ün sözelliği ile "söz"ün sözellik dışındaki "sessiz eylemleri" arasındaki ayırımı düşündürüyor.
Suskun toplum ve 'Akdenizliliğimiz'
Türkçeyi işitmiş olduğunu bildiğim yabancılara, nasıl bir dil olduğunu hep sormuşumdur. Bu, benim en merak ettiğim hususlardan birisidir. Mesela acaba nasıl bir müziği vardır bu dilin? Biz Türklerin bunu bilmemize imkân yok. Aldığım cevaplar, Türkçenin çok sakin, hatta monoton ve çok yumuşak bir dil olduğu yolundadır. Mesela İtalyanca, Arapça, Yunanca, İspanyolca gibi Akdeniz havzası dilleri çok açık ve hayli mutantan diller olarak temayüz eder. Belki sadece Türkçedir ki fazla tantanaya izin vermez. Son zamanlarda bizlerin ne kadar da Akdenizli bir millet olduğumuzu ispata gayret eden kültür çevrelerinin bu bilgiyi hesaba katması gerekir. Türkçe belki de Akdeniz havzasında konuşulan bir dil olarak Akdeniz'in mutantan dillerinden çok farklıdır. Bu da bizim Akdenizli bir millet olmadığımıza dair bir kanaat yaratıyor bende. (Bu kanı, laf aramızda içimi de ferahlatmıyor değil. Doğrusu; Akdenizli kimliğini üzerime almama engel olan çok sayıda kültürel sebebim var.)
Yabancı gezginlerin Türklerin tabiatı hakkındaki gözlemlerini ve izlenimlerini anlatan kitaplarda, bu tabiat hayli sert, dingin ve içe kapalı olarak resmedilir. Türklerin çok fazla konuşmadığı, sessiz kaldığı, duyuşlarını ortaya çıkarmayı, göstermeyi sevmediği: Hatta bu yolda zorlanırsa duyduğunu gizlemek adına tam tersi davranışlarda bulunduğu, efkarlı olduğu, sık sık dalgınlaştığı, kötümser ve karamsar olduğu vurgulanır. Sosyal teorimiz de bu izlenimlerin teorikleştirilmesidir adeta ve Türklerin kültürel olarak kapalı bir toplum olduğunu, demokratikleşemediğini söyler, adam olamamaklığımızın tarihsel koşulları olarak bu tabiatın vasıflarını sıralamaktan yorulmaz. Belki de sözüm ona Akdenizliliğimiz, bu komplekslerimizi gidermek için başvurduğumuz, geçici tatminler sağlayan, ama içi boş bir referans çerçevesidir.
Modernleşme tarihimiz, bu "suskun, kapalı topluluğu" motive etmeyi ve "açık kültür"e kazandırmayı hedeflemiştir. Modernistlerimiz bir bakıma, susan değil, konuşan bireylerden oluşan bir topluluk yaratmayı arzular. Politik olarak da böyledir. Parlamento, sadece basit bir temsil meselesi değildir. Orası, konuşulan yerdir. Etkin yurttaşlar konuşan ve "söz"ü; hak aramanın aracı kılan bir kültürün özneleridir. (Bunun pratikte ve nihai tahlilde çıkar takibiyle birlikte düşünülmesi daha doğrudur.) Bu anlamda modernleşme söz'ün eşanlı olarak hem dünyevîleştirilmesi hem de kişiselleştirilmesidir bir bakıma. Oysa kadim dünyanın -bir erdem olarak ağırbaşlılıkta karşılığını bulduğu haliyle- sessizliği, bizatihî sözün kendisine karşı değil, onun kişiselleşmesine karşı bir tepkidir. Değilse söz elbette hakimdir. Hikmetler bunun en işlenmiş karşılığıdır ve "söz"ün kişisellik dışı tasarruf edilmesine dayanır.
Öte yandan kadim dünyada "logos", özellikle de yukarıdaki stoik ayırımı düşündüğümüzde, mümkün olduğu kadar bir "iç logos", yani "tefekkür" olarak değerlenir. "Dış logos", yani "konuşma", "iç logos"un hakimiyeti altındadır ve ona uygun olmak durumundadır. Kısacası konuşmak, bağımsız bir eylem değildir. Antik dünyada Grekler en fazla konuşan topluluktu belki de. Bu, biraz da agora kültürünün tabiatından geliyor. Agoralar her zaman söz'ün zıvanadan çıktığı, taşkın ve mutantan yerler olagelmiştir. Oralarda her çeşit inanışın insanı cirit atar. Grekler de ticareti iyi bilirlerdi. Agoradaki çeşitlilik ve farklı hakikatlerin varlığı onlarda görecelilik fikrinin büyüsünü doğurmuş olsa gerekir. Sofistler, bu işi en ileri götüren düşünce çevresini ifade eder. Protogoras'ın hakikati kişiselleştiren yaklaşımı, bir bakıma "dış logos"a, "iç logos" karşısında bir serbestlik kazandırıyor, kişisellik dışı hakikatten kopan söz, doğan açığı belagatle, hitabetle dolduruyordu. Bununla da bitmiyor. Atina'da agoranın tabiatı sofistlerle birlikte, politikanın pazarlanması anlamında Pynx'e taşınıyordu. Ama bu dolgunun zayıf bir malzeme olduğunu Sokrates ortaya çıkardı. Onun diyalektik akıl yürütmelerinin ürünü olan sorgulamaları, sofistlerin kumdan kalelerini yerle bir etti. Sokrates, sofistlerin kişiselleştirerek tahrip ettiği "dış logos"u, matematiksel hakikatle özdeş gördüğü "iç logos"la yeniden ilişkilendiriyordu. Dolayısıyla kadim dünyada sofizm, hayli arızî bir bir durumdur. Nitekim Roma'da sofistlerin izine rastlanmaz. Her ne kadar sofistleri çağrıştıracak Cicero gibi hitabet ustaları yetişse de Roma düşüncesi ağırlıklı olarak hemen hepsinin Sokrates'ten bir şeyler aldığını bildiğimiz Post-Sokratik okullarla anılır. Kültürel olarak da Roma'da söz disipline edilmiş, hatta gerilemiştir. Roma'nın iddialı olduğu alan hitabet değil, sessizlik içinde beden dilini konuşturan mim sanatı olmuştur.
Modernizm 'söz'ü kişiselleştirdi
Modernlik, bir bakıma, sofizmin ihyasıdır. "Söz"ü hem kişiselleştirmiş hem de dünyevîleştirmiştir. Sözün kişiselleşmesi iki türlü okunabilir. Bunu eğer parlak burjuva entelektüalizmi üzerinden okursak çok vaitkar bulabiliriz. Ama okumayı, burjuva tarihinin kültürel yapılanmaları üzerinden, mesela, içinde yalnızlaşmanın, yabancılaşmanın ağır yaralarını taşıdığını bildiğimiz; tuhaf bir mahremiyetin şekillendirdiği püritan düz bir orta-sınıf tarihinden hareketle yaparsak çok sorunlu durumlarla karşılaşacağızdır. İlkinde, taşkın bir orta-çağ aleyhtarlığında ya da oryantalizmde, kadim dünyanın "iç logos-dış logos" arasında kurduğu kıvamlı ilişki alaya alınır, taşlanır ve lanetlenir. Burjuva entelektüalizmi kendisine göre steril bir kadimlik inşa eder. Peşinde oldukları klasizm seçmeci yakınlıklar marifetiyle ayıklanmış ve sofist tematikleri ağır basan bir klasizmdir. Burada "söz"ün bağımsızlığı, göreceliliği, çeşitliliği ululanır. "Söz"ün özgürleşmesi bir bakıma, Guénon'un da ifade ettiği gibi, hakikatle bağının tasfiyesidir. Bunda çok fazla da zorlandıkları söylenemez. Latin kilisesinin yüzyıllarca taşıdığı "Trinite" yani hakikatin üçlemeli açılımının yeni yorumları bu fırsatı sağlamıştır. "Trinite" son tahlilde deistlerin işine yaramış; Tanrı-tabiat ve insan arasındaki ilişkiler önce mesafeli bir hale getirilmiş, daha sonra insan odaklı yeni bir sıklet merkezi oluşturulmuş; nihayet üçlemenin arasındaki kadim bağlar gevşetilerek kolayca tasfiye edilecek bir kıvama getirilmiştir. Doğrusu eğer engizisyon uygulamaları düşünülürse, bunda haklı oldukları da söylenebilir. Ama bu tecrübeyi de genelleştirmekten geri kalmamışlardır. Kadim zamanların suskunluğu, burjuva entelektüellerinin nazarında engizisyonlar karşısında bir susturulmuşluğun tarihi olarak görüldü. Belki de kilisenin baskıcılığının yansıtılmasıydı bu. Oysa bu susmanın, "sözün susması" olmadığını asla görmek istemediler. Çünkü "söz" onların gözünde yegane ifade aracıydı ve alabildiğine fetişleştirilmişti. Bir şeyi söylemeden de bir şey, çok şey, belki de söylerken söylenemeyecek şeyleri bile söylemenin mümkün olabileceğine asla ikna olmadılar. Öte yandan "söz"ün geri çekilmesinin mutlaka bir baskıyı gerektirmediğini, bir baskı yokken bile iradî olarak söz'ün geri çekilmesinin mümkün olabileceğine inanmadılar. Mesela ezoterik tarih onlar için her zaman susturulmuşların son sığınağı olarak muamele gördü; bir kaçış hikâyesi olarak okundu.
Söz'ün kitabîleşmesi bir başka sorunlu cephe olsa gerekir. Burjuva okur-yazarlığı hakikati kendi yazdıkları -bir bakıma inşa ettiği- kitaplardaki hakikat olarak gördü. Hayatı bu insan merkezli hakikatlere uydurmaya çalıştı. Her seferinde hüsrana uğradı ve uğrattı. Burjuva entelektüalizminin insanın (söz'ün) özgürleşmesi olarak formüle ettiği durum burjuva kültür tarihinde ana akım değil, tam tersine marjinal bir olgudur. Çünkü kültürel tayin edici, püritanlıktır. Püritanlığın yönlendirdiği orta-sınıf hayatlar ise katı disiplinlerle terbiye edilen, içinde örselenmiş, yoksullaştırılmış ruhların dolaştığı hikâyelerle anılıyor. Bu nüfusların kültürel durumunun, burjuva entelektüalizminin beklentilerini karşılamayacağı çok aşikârdır. Söz, bu ruhlara ulaştığında harekete geçirici olabiliyordu, ama buradan beklenen devrimci-kitabî sonuçlar asla çıkmıyordu. Söz, sözelleşmekle kalıyor ve zaman içinde inandırıcılığını yitiriyordu. Kültür tarihleri sözel, yazılı ve görsel değişkenlere göre tasnif ediliyor. Ong'un söylediği gibi görselliğin egemenliği ve diğer iki değişkeni gerilettiği yolundaki yaygın kanaat aslında tartışmalıdır. Kitabın mağlubiyeti çok aşikâr. Ama sözellik için bunu söylemek zor. Özellikle görsel kültürün içinde sözün sözelliği baskın hale geliyor. Ong, bunu sözel kültüre dönüş olarak görmekte haklıdır. Yeni sözel kültür, görselliğin içinde zuhur ediyor. Konuşan görüntülerin dünyası bu. İkinci sözel dalgada, konuşmak, konuşulandan bağımsız. İyot gazı gibi açığa çıkan şey konuşmanın kendisi...
ZAMAN