Yasin Aktay / Yeni Şafak
Söz, bilim ve retorik
Söz ve yazı arasındaki karşıtlık batı metafiziğini inşa eden en önemli karşıtlıklardan birisidir. Genel kabule göre söz, anlamın burada ve şimdi gerçekleşmesini temin eden bütün donanımlara sahiptir. O yüzden anlamın daha fazla gerçekleşmesine imkan verir. Yazı ise tam tersine anlamın gerçekleşmesini gerektiren zamansal ve mekânsal buluşmayı temin edemediği için anlamı sürekli öteler ve erteler. Bu erteleme ve öteleme işleminin ise iktidarlara okuma yazma bilmeyen kitleler üzerinde egemenliği tesis etmek ve sürdürmek üzere güçlü bir silah olarak işler. O yüzden, daha önce de bir vesileyle değinmiştik, Sözlü ve yazılı kültür üzerine önemli analizleri ve tezleri olan yapısalcı antropolog Claude Lévi-Strauss, mesela, yazının ortaya çıkışı ile kölelik arasında doğrudan bir irtibat kurmuştur.
“Hipotezim doğruysa” der “iletişim aracı olarak yazmanın birincil işlevi, diğer insanların köleleştirilmesini kolaylaştırmaktır. Yazının ilgisiz amaçlar için ve aklın bilim ya da sanatlar alanındaki tatminleri için kullanılması, onun icadının ikincil bir neticesidir ve hatta onun birincil işlevini pekiştirmenin, haklılaştırmanın ya da gizlemenin bir yolundan fazlası olmayabilir.”
Burada işleyen mantıkta aslında bütün bir Batılı metafizikte söze atfedilen gücün ve avantajın tasdik ve takdisi sözkonusu. Aslında yine alışıldık bir şifahi-geleneksel kültür veya sözlü ifade gücüne dair bir güzelleme. Bu mantığa göre yazı, doğası gereği, ancak şehirli insanların, belli bir kültürel disiplinden geçtikten sonra belli bir düzene uyarak, bir uylaşıma dahil olarak gerçekleştirdikleri bir kurumlaşmadır. Mahiyeti ne olursa olsun bir disiplin gerektiren yazı, şehirli hayatın bütün kurulu hiyerarşilerinin yayılması için gerekli zemini de sağlarken, buna intibak edemeyecek olan kırsal kesim insanı üzerindeki ilk iktidarını bu temel düzeyden itibaren kurmuş olur. Ondan sonrası zaten nasıl kuruluyorsa öyle gider. Yazılı kültürün iktidarla zorunlu olarak buluşturulmasının en temel mantığı budur.
Ünlü Fransız postyapısalcı Jacques Derrida söze atfedilen bu özgürlükçü boyutun tam bir batı efsanesi olduğunu anlatır. Sözün yazıya göre çok daha despotça iktidar ilişkilerini beslemeye daha yatkın olduğunu söyler. Çünkü söz, söylendiği zeminde muhatabını rahat bırakmayan, ses tonunun, jest ve mimiklerin ve sözü söyleyenin hiyerarşik konumunun kendini bir baskı unsuru olarak hissettirdiği ve muhataba, sözü söyleyenin istediğinden başka türlü anlaşılmasına imkân vermeyen bir mahiyete sahiptir. Söz esnasında gerçekleştiğini zannettiğimiz anlamın aslında insanların birbirlerine otoritelerini empoze ettikleri bir olaydan ibaret olduğunu iddia eder.
Çünkü şifahi ilişkide kaçınılmaz olarak devreye giren retorik, hiyerarşik veya karizmatik üstünlükler doğrunun ne olduğuna karar vermektedir. Söz içerdiği hakikat dolayısıyla değil, söyleyenin konumuna, yeteneğine, retoriğine, fennine, mizahına göre geçerlilik kazanır. Şifahi kültürde, yani yazılı kültürün olmadığı geleneksel kültürde çok katı olan hiyerarşiler dolayısıyla söz genellikle tek taraflı olarak hakikati üretip yayar ve buna karşı direnmek çok daha zordur.
Ortada bir hukuki tartışma olduğunda ise şifahi otoriteye karşı koymak çok daha zordur. Oysa yazılı kanun zayıf insanları da koruyacak referansı oluşturur, şifahi kültürün karizmatik veya geleneksel otoritelerine karşı insanları koruyabilecek bir imkân, bir sığınak sunar.
Yazı iktidarların okuma-yazma bilmeyenlere karşı kullandıkları bir silah olmaktan çok iktidarın kendisini sınırlayan, onu kayıt altına alan, hareketlerinin denetlenmesini sağlayan, iktidar kullanımında keyfiliğe engel oluşturan bir imkân olmuştur. Oysa sadece sözlü kültürle kurulan tahakkümü sınırlayabilecek, dolayısıyla kitleleri iktidara karşı koruyacak hiçbir güç olmaz.
Yazı aslında okuma-yazma bilmeyenlere karşı olmaktan ziyade devletlere karşı, halkın hukukunu koruyan bir imkândır.
Daha önceki bir yazımdan uzun bir alıntının ardından şunu söylemek isterim: Sözden yazıya geçmek ne kadar medeniliğin bir göstergesi olarak görülmüşse, bugün medya üzerinden yaşadığımız ileri derecedeki medeni dünyanın garip bir biçimde bütün insanları görsellik ve söz endüstrisi üzerinden tekrar şifahi kültürün de gerisine götürüyor olduğunu garip bir biçimde gözlemliyoruz.
Şifahi kültürün gerçekliği çarpıtmaya yarayan, anlamı burada ve şimdi gerçekleştiren değil, onun üzerinden hakikati zapturapt altına alan, onu istediği gibi evirip çeviren, istediği kılığa sokan bir iletişim kültürü görsel medya üzerinden hâkim olmuş durumda.
Mesajların yazı yerine etkileyici konuşmalarla aktarılıyor olması, hakikate hizmet eden bir şey değil, olsa olsa bazı hurafelerin o sözlü kültürün zorbalığıyla daha ikna edici hale gelmesini sağlıyor. İkna edici olmak doğru söylemek değil, sadece ağzı iyi laf yapmakla temin edilebilen bir sonuçtur. Anlatıcının fiziksel görünüşüyle, ziynetiyle, estetik sunumuyla, hikayesiyle, güçlü retoriğiyle ikna edici olduğu sözün taşıdığı anlam hakikat değilse insanı batıldan koruyacak kalkanlar da o ölçüde zayıflıyor.
Aydınlanma bilimsel bilgiyi retoriğe karşı konuşlandırmıştı. Retorik bilimselliği bozardı bu anlayışa göre. Nietzsche bilimsel bilginin kendine yakıştırdığı bu retorik ötesi konumun bir yanılsama olduğunu ortaya koymuştu. Bugün en azından bilimin, bilimsel düşüncenin asgari derecede de olsa retorikten muaf olabilmesini arayacak duruma gelmiş olduk. Sözlü ve görsel kültürün retoriği bilimsel üretimin ve tezlerin tamamını kuşatmış durumda.
Neredeyse görsel medya ile, retorik göz boyamalarla, etkili belagatle, şovlarla ifade edilmeyen bilimsel tezlerin de iraptan mahallinin sayılmadığı bir duruma gelmiş durumdayız.
Böyle bir ortamda kaybolan hakikat için kim nereden nasıl bir medet umacaktır?