Geçtiğimiz Cumartesi yayınlanan "Sözkonusu çetecilerse hukuk teferruattır, değil mi canlarım?" başlıklı yazım; terörden-çeteleşmeden endişe duyanlar tarafından memnuniyetle karşılandı ama, 'laiklik' hassasiyeti yükseltilmiş kimi vatandaşlarımızın öfkesini, yer yer kabalığını da beraberinde getirdi. Skala enliydi; yazımı savaş ilanı saydığını söyleyenden; 83 yaşındaki bir 'fikir' adamının gecenin bir yarısı polis baskınıyla apar topar götürülmesine alkış tuttuğum ithamına kadar genişledi. Bendenize bugünleri mumla arayacağım günler dilendi dilenmesine ama, bu ülkenin hem kendilerinin hem kendileri gibi olmayanların; hem benim gibilerin, hem de benim gibi olmayanların yaşadığı bir toprak olduğu ıskalanmıştı ve 'kötü gün' hevesi, başta kendileri olmak üzere bu ülkede soluk alıp veren hiç kimse için, iyi bir gelecek öngörüyor değildi. Ayıpladık tabii, 'sağlam'lardan ayıkladık ve çıkınını omzuna verip zaman makinesine bindirip 80'lere ışınladık.
Meseleye gelince; ne bir savaş ilanı vardı ortada, ne İlhan Selçuk'un götürülüşüne alkış tutmak gibi bir izansızlık, ne de 'şeriat devleti' istemeye dair bir nümayiş. Nitekim; "İlhan Selçuk'un sabaha karşı yatağından alınıp götürülmesine çok bozulurlar sözgelimi ama 28 Şubat sürecinde… 'dindarlık' gibi bir kabahatten dolayı gece yarıları yaka paça 'merkeze alınan' onlarca medya mensubundan, işadamından, ünlü isimden söz açıldığında 'haketmişti' noktasına gelirler" ifadesi 'oh olsun' ihtiva eden bir cümle değildir. İlhan Selçuk'u 'yaka paça' götürmeyi de, 28 Şubat örnekleri kadar incitici bulur ve 'birine böyleyken, diğerine neden öylesiniz' diye sorar.
Doğrusu; böyle bir intiba yaratmaya çalışanların değil ama; tüm samimiyeti ve inanmışlığıyla laikliğin aşınma üzere olduğundan, ülkenin kaderinin kara olduğundan endişe edenlerin kuşkularını, gocunmalarını anlayabilirim.
Ancak, bu senaryonun gerçek olma ihtimaline zerre kadar prim vermediğim halde, böyle bir vesvesemiz var diye, bağlantıları, eylemleri, niyetleri önümüze serilmiş olan derin suç örgütlerini olumlama yoluna gitmeyi, bu uğurda 'her yol mübah' algısını haklı bulamam; bundan geri bir adım da atmam.
Eleştirdiğimiz ve 'savaş ilan ettiğimize' karine teşkil eden düşüncelerimiz, tam olarak budur. Hukukun ihtimaller üzerinden eğip bükülecek bir plastik boru olmadığında da, 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir' düsturuna 'ancak safların inanacağı bir romantik ütopya' muamelesi çekerek egemenliğin esas kullanım alanını paşa gönlüyle belirlemeye kalkışanların, işi hukuki ve meşru olan her unsura tasalluta vardıranların hak ettiğini bulması gereğinde de, bu nedenle ısrarlıyım.
Bu çünkü iki ordulu, kutuplu, uçlu olan bir savaş değildir. Ve onca pompalamanın ardından laikliğin hakikaten rencide ve tehlike altında olduğuna inandırılmış vatandaşlarla; önce orduyu göreve davet eden, sonuç alamayınca da 'iş başa düştü' tadında işe çete teorisyenliğinden başlayanlar da bir değildir. Acı olan şu ki; bu "bir" olmayanlar, o zift saçan pompalar sayesinde yekdil hale getiriliyor.
Ergenekon'un deşifresini istemek ve savcıyı tebrik etmek gericiliğin, AK Parti'nin kapatılması istemiyle yazılmış iddianameyi savunmak, başsavcıyı övmek ilericiliğin bildirgesi haline getiriliyor. Heyhat, durum bu; ikinciler suyun başını tuttuğunda ve ideoloji 'hakikatlere' galebe çaldığında olacak olan, bugünkü gibi oluyor. Nasıl oluyorsa, hukuksuzluğu eleştirmek cürüm, suç örgütünün cürümlerini saklamak 'müstehap' haline geliyor.
Adıyla sanıyla bir terör örgütü olan Ergenekon'a bir şekilde ismi karışmış, gözaltına alınmış, cezaevine konulmuş isimlerden ya hiç bahsedilmiyor ya da 'aslında ne masum insanlar oldukları' altmetniyle ve Ergenekon'a hiç bulaşmadan, 'insani özellikleri' öne çıkarılarak servis yapılıyor.
Gazeteci refleksinin, İlhan Selçuk'a "bu operasyona adının neden karıştığını" sormaya itmesi gerekirken, Selçuk ziyaretçilerinden tek öğrendiğimiz "Kendisini almaya gelen güvenlik güçlerine çay demlediği", "Bir polisin kendisine 'abi' diyebilme izni istediği", "Merdivenden inerken düşmesin diye koluna girdiği" filan gibi hülyalı, fantastik, hoş ve boş tafsilatlar oluyor. E hafsala durur mu, gayri ihtiyari "Onu bunu vatan haini ilan edip, gösterişli fotoğraflar çekebilmek için Sincan tanklarının yeniden yürütülmesini isteyen bunlar mıydı?" diye soruyor. Sormasın mı?
Elbette "suçu kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur" ilkesine canı gönülden inandık, yüreğimizle 80 kere tekrarladık. Peki ama; Ergenekon'un bilgisayarlarında 'Yargıtay'a yönelik bir saldırının planı olduğu düşünülen notların ortaya çıkmasını nasıl açıklayacağız?
Pekala, bunu geçelim; Danıştay saldırganı Alparslan Aslan'ın cebinden çıkan 'Ulusal Haber' kimlik kartının neye delalet ettiğini sormayalım mı?
Tamam, atlayalım; Doğu Perinçek'in bilgisayarında bulunan Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya'nın AK Parti hakkında açtığı kapatma davasının iddianamesinin de bulunduğu ve bu metnin nasıl, davanın açıldığı 14 Mart'tan 2 gün önce kaydedilebilmiş olduğunu sormayalım mı?
Son soru: AK Parti'yi tehlike addetmek, hatta kapatılması taraftarı olmak; adam öldüren, bombalama eylemleri yapan, darbe planlayan bir terör örgütüyle aynı çizgide hizalanmak anlamına mı gelmeli?
Yeni Şafak gazetesi