Batı parlamentolarına soykırım yasalarını getirenlerin ahlaki açıdan gerekçeleri, dünyada başka soykırımların yaşanmamasıdır. Bu ‘siyaseten doğru’ ve ‘temiz’ bakış sayesinde kendinizi aldatabilirsiniz, ama gerçekten de bazı parlamento kararları sayesinde başka ülkelerde soykırımın engellenebileceğini ummak için fazlasıyla saf olmak lazım. Çünkü açıktır ki soykırım yapıp yapmamak zihniyeti öne çıkaran bir tercihtir ve soykırıma eğilimli bir toplumun bundan gerçekten de vazgeçmesi bir zihniyet değişimini gerektirir. Söz konusu toplumun kendisine ‘bakmasını’, kendisini nesnel bir değerlendirmeye tâbi tutmasını ve bu sayede soykırım dürtülerine daha insancıl bir zihniyet üzerinden, yani daha demokrat bir çerçeve içinden yaklaşmasını beklersiniz. Bu ise doğrudan o toplumla konuşmayı gerektirir. O topluma sırtınızı çevirip soykırım yasası çıkarmak açıkça otoriter zihniyeti çağrıştırır, çünkü zihniyet sizin ne dediğiniz değil, nasıl davrandığınızdır... Kendiniz otoriter tavrı sürdürürken, başkalarından demokrat olmalarını beklemek ise epeyce mizahi bir durumdur.
Dolayısıyla Türkiye’nin Batı ülkelerindeki parlamento kararlarından etkilenmesini beklemek abes. Ama ortada bizim de imza attığımız bir sözleşme var ve o sözleşmedeki soykırım tanımına itirazımız yok. Birleşmiş Milletler’in 1948 yılında imzalanan belgesinde 2. Madde şöyle diyor: Hâlihazır sözleşmede, bir ulusal, etnik, ırksal veya dinsel grubu ya da öyle görülen bir grubu, tümüyle veya kısmi olarak ortadan kaldırma niyetiyle yapılan, aşağıdaki eylemlerden herhangi biri soykırım olarak tanımlanır. Sonra da soykırım tanımına giren eylemler beş maddede sayılıyor: Grubun üyelerini öldürmek, grup üyelerine bedenen veya zihnen ciddi zarar vermek, grubun kısmen ya da tamamen fiziksel olarak yok olmasına neden olacak hayat koşullarını bilerek uygulamak, grup içinde doğumların engellenmesine yönelik önlemler uygulamak ve gruba ait çocukları zorla bir başka gruba aktarmak. Aynı sözleşmenin 3. maddesi ise sadece soykırımın değil, soykırım yapmak üzere komplo düzenlemenin, soykırımı doğrudan ve aleni teşvik etmenin, soykırıma yeltenmenin ve soykırıma uyum göstermenin de cezalandırılacağını söylüyor.
Bu sözleşmenin arka planında ise geniş bir literatür var ve oradaki kavramsallaştırmaya baktığımızda da, bir merkezden yönetilen ve kimliksel veya kültürel özelliği nedeniyle bir gruba toplu halde yapılan ölümcül saldırıların ‘soykırım’ olarak adlandırıldığını görüyoruz.
Şimdi bu geniş tanımı 1915 ve sonrasında yaşananlarla karşı karşıya koyalım... Ortada devletin yaptığı planlı ve sistematik bir katliam var. Katliamı yönetenler her aşamada uygulayıcılardan bilgi almış, direktif vermiş ve denetlemişler. Olayın kendisi ise üç aşamada yaşanmış: Önce erkekler askere alınarak büyük çapta katledilmiş, ardından kadın ve çocuklar bilerek ölüm yolculuğuna çıkarılmış, sonraki dönemde de ‘o grubun’ kültürel varlıkları imha edilmiş ve bugüne dek gelen bir müsadere ve ganimet mantığı çalıştırılmış.
Şimdi Türkiye buna soykırım denmesin istiyor... Önceleri ‘herkese uygulanmadı’ rivayeti üretilmişti ama Anadolu’nun her yanından erkekler askere alındı ve her yanından insanlar tehcire gönderildi. Bir sonraki rivayet ‘isyan ettiler’ formülüne dayanmaktaydı, ama ortada sadece askerden kaçabilenlerin çok ufak çaplı bir iki direnişi vardı. Zaten Ermeniler isyan etmiş olsaydı, herhalde en az birkaç yüz bin askerle Osmanlı ordusunun karşısına çıkmalarına ve birkaç meydan muharebesine tanık olmamız gerekiyordu. Son dönemde de Osmanlı yöneticilerine atfen ‘böyle bir niyet yoktu’ denmeye çalışıldı. Ne var ki askere alınanların ve tehcire gidenlerin başına nelerin geldiğini göre göre bu politikaya devam etmenin nasıl bir ‘niyet’ ima ettiği belliydi...
Velhasıl bugün Türkiye’nin elinde hiçbir doyurucu muhakeme yok. Ortada Birleşmiş Milletler’in soykırım tanımına uyan bir olay var, devlet yetkilileri bu olayı bilerek organize etmiş ve hayata geçirmişler, sonrasında da zaten işe karışanlar bir dizi gazete tefrikasında yapılanları detaylarıyla anlatmışlar.
Başka ülkelerin parlamentolarında alınan kararların herhangi bir saygınlığı bulunmuyor... Öte yandan Türkiye’nin kendisine bakması için de zaten başka ülkelerdeki parlamentolara ihtiyacı yok. Ama Türkiye kendi gerçekliğine direniyor... Hem soykırım sözleşmesine imza atmamayı kendisine yediremiyor, hem o tanımı değiştiremiyor, hem de o tanımın kendisine uygulanmamasını istiyor.
Soykırım kelimesinden duyulan korku, bugün tarihsel gerçekliğin kendisinin reddine yol açıyor. Oysa ‘soykırım’ o gerçekliğin kendisi değil, ona verilen bir ‘ad’ sadece... Ve işin garip yanı şu ki, gerçekliği ne denli reddederseniz, o ad da üzerinize o denli daha fazla yapışıyor. Böylece tarihi konuşmaya bile gerek kalmıyor... Türkiye’nin bugünkü tavrı, geçmişte olanın adını kendiliğinden koymuş oluyor.
TARAF