AK Parti iktidarı Kürt sorununun çözümü konusunda şimdiye kadar hiçbir iktidar döneminde yapılamayan pek çok şeyi yaptı. Bu yapıp edilenler hiç şüphesiz ki muhafazakâr-devletçi eğilimin etki alanına girmiş geniş halk kitlelerinde olumlu anlamda önemli bir zihinsel dönüşümün yolunu da açtı. “Kürt” sözcüğünün kendisine dahi tahammül edilemezken bugün “bebek katili”, “terörist başı” gibi sıfatlarla bilinen ve hatta idam edilmemiş olması zül addedilen Abdullah Öcalan’la devletin üst düzeyde görüşmeler yapıyor olması, aynı zamanda AK Parti’nin muhafazakâr-devletçi tabanı tarafından bile kabul edilebilir bir duruma ulaştı. Hatta Şehit Aileleri İle Dayanışma Derneği bile son görüşmeleri destekleyen bir açıklamada bulundu.
Bütün olumluluklarına karşın hükümetin attığı olumlu adımlar şüphesiz kendinden menkul zaaf ve eksiklikleri de bünyesinde barındırmaktadır. Bunların başlıca nedenleri arasında ulus-devlet algısının dışında bir tasavvurun olmayışı, bağlı olduğu TC anayasasına ek olarak milliyetçi-muhafazakârlık ve geleneksel dindarlıktan kaynaklanan zihinsel kalıplar sayılabilir.
Hükümetin bu konuda yaptıklarını eleştirenler de oldu destekleyenler de. Her kesim kendi durduğu yere göre farklı yaklaşımlar ortaya koyarken benim tartışacağım; İslami camianın kanaat önderlerinin bir toplantıda beyan ettikleri görüşleridir.
Sivil Dayanışma Platformu’nun (SDP) 25 Ocak 2013 tarihinde İstanbul’da organize ettiği geniş katılımlı toplantıya, birçok İslami kuruluş ve kamuoyunda öne çıkmış kanaat önderi Devlet-İmralı hattındaki gelişmelerle ilgili görüşlerini kamuoyuyla paylaştılar. Toplantıya geniş katılım sağlayan kişi ve kuruluşların İslami yaklaşımın öneminin altını çizerek sorunun çözümünde büyük ölçüde mutabık olmaları önemli bir kazanım olarak kaydedilmelidir. Fakat bazı kanaat önderi ya da STK temsilcilerinin ifadelerinde belirginleşen algısal problemler, dilsel hatalar, zaaf ve eksiklikler sosyal-siyasal sorunlara ve bunları doğuran sistem gerçeğine yaklaşım ile aidiyet duyulan İslami kimlik arasındaki uçurumu bir kez daha ortaya koyması açısından dikkat çekiciydi. SDP’nin toplantı sonrasında yayınladığı basın bildirisi ise toplantıda birkaç istisna dışında İslami duyarlılık sahibi kişi ve kuruluşlardan yansıyan olumsuzlukların adeta tamamlayıcısıydı.
Soruna Nereden Bakıyoruz?
Allah’ın dinine teslim olan insanlar perspektiflerini oluştururken elbette onun vahyini referans almak durumundadırlar. Siyasi gelişmeler karşısında tavır takınırken de gelişmelere bigâne kalmadan, umarsızlığa savrulmadan, kavramların ve konjonktürün farkında olarak kendi İslami perspektifimizi oluşturmalıyız. Kürselleşme, ulus devletler, sınırlarını bizim çizmediğimiz ama içinde yaşadığımız devletin uluslararası ölçekteki konumu, yine bu devletin bizzat varlığının ortaya çıkardığı problemler tartışılırken nereden başladığımızı, nerede duracağımızı iyi ayarlamak durumundayız.
Bu bağlamda düşünecek olursak karşılaştığımız olaylar bizim katımızda örneğin bir küreselleşme-ulus devlet çatışmasından ziyade hak-batıl, zalim-mazlum, gasıp-mağdur vs. çatışması olarak okunmalıdır. Bu nedenle Türkiye’nin küreselleşmenin neresinde olduğundan ziyade Türkiye’nin küreselleşmeyle birlikte adalete mesafesinin ne olacağı bizim için önem arz etmelidir. İslam dışı bir paradigma dahilinde örgütlenmiş ulus-devlet sınırları içerisinde aslında tutsak olan bizlerin öncelikle sisteme karşı konumunu netleştirerek zihinsel ve kavramsal düzeyde açık bir ayrışmaya gitmesi gerekmektedir. Öte yandan bu elbette demek değildir ki, tanıklığını yaptığımız coğrafyada sistemin ortaya çıkardığı sosyal, siyasal, ekonomik vs. sorunlara karşı ilgisiz olacağız. Reel olarak hangi durumun İslami hareket ve toplum kesimlerinin lehine olduğunu elbette sorgulamalı, hayırlı veya lehte gelişmeleri teşvik etmeliyiz. Ancak bunu yaparken nasıl bir kimliksel duruş ortaya koyacağımız da bir o kadar önemli. İslami hareket ve toplumun lehine görülen gelişmeleri sahiplenirken gemimizin ayrı olduğunun bilincinde davranmalı; siyasetimizin reel siyasetin üzerinde ve bağımsız olduğunun, gelişmelere toplumsal maslahat ve İslami hareket eksenli baktığımızın altını kalınca çizmeliyiz.
Kürt sorununun çözümünün bir parçası olarak PKK’nin silahsızlandırılması bağlamında İmralı-Devlet hattında yapılan görüşmelere karşı destek açıklaması yapan kuruluşların iyi niyetle beraber maalesef hatırlattığımız hususları gözetme noktasında yeterince duyarlı davranmadığı görüldü. Nitekim bu olgu basın açıklaması metnine de yansımış bulunmaktadır.
Mesela basına verilen bildiride şu ifadelere yer verilmiş: “Ülkemizin arzulanan seviyeye yükselebilmesi, küresel bir aktör olabilmesi ve güç dengelerini kendi lehine çevirebilmesi için yapısal sorunlarını aşması, yüklerinden kurtulması ve istikrara kavuşması gerekiyor. Artık bir sıçrama noktasının eşiğinde durduğumuzu ve bu süreçte atılacak doğru adımların Türkiye’yi büyük ve parlak ufuklara taşıyacağını görmeliyiz.”
Bu bildiriye şu soruları sormak gerekiyor:
1. Türkiye’nin “arzulanan seviyeye yükselmesi” neden umurumuzda? Bunun yerine Türkiye’nin daha adil bir devlet olmasını temenni edemez miyiz? Ayrıca Türkiye’nin yükselmesi istenen seviyeyi kim belirliyor, kim arzuluyor? Bu, Mustafa Kemal’in sözünü ettiği “muasır medeniyetler seviyesi” midir?
2. “Türkiye’nin küresel bir aktör olması ve güç dengelerini kendi lehine çevirmesi” biz Müslümanlar açısından ne önem taşıyor? Bizim için Türkiye’yle bir başka devlet arasında ne gibi bir fark olabilir? Sırf içinde doğduk diye bir futbol takımı tutar gibi Türkiye’nin küresel bir aktör olmasını mı isteyeceğiz? Bu ne kadar İslami bir temenni?
3. “Türkiye’nin yapısal sorunlarını aşması”, “küresel bir aktör olması” ve “güç dengelerini kendi lehine çevirmesi” için mi gerekiyor? Bunun yerine daha adil, daha doğru olmak için gerekmeli değil mi?
4. Türkiye’nin problemlerini çözmesi bir ulus-devlet olan Türkiye’yi “büyük ve parlak ufuklar”a taşıyacaksa, biz ümmet halkaları arasında çizilen sınırlar demek olan ulus-devletlere karşı Müslümanlar için bu neden önemli olsun? Kendisi için istediğini kardeşi için de isteyen bir toplum isek biz, neden Türkiye’nin parlak ufuklarından söz ediyoruz da örneğin bir Suriye’nin ya da Mısır’ın parlak ufuklarından söz etmiyoruz?
Ulus-Devlet Algısından Yeterince Sıyrıldık mı?
Toplantıya katılan Abdurahman Dilipak, ırkçı, şoven, ulusalcı davranışlardan vazgeçilmesi gerektiğini ifade etmiş.
Rıdvan Kaya ise şöyle söylemiş: “Ulusçuluğu, milliyetçiliği sorgulamak gerek. Hükümeti bu anlamda destekliyoruz. Başbakan Kürt sorunu bitmiştir diyor ama okullarda hala ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ gibi bir ırkçı söylem devam ediyor. Ulusçuluğun, milliyetçiliğin kökünün kazınması gerek. Türk devleti mantığıyla, Kürt devleti mantığıyla değil, İslami kimliğimizle çözüm mümkün olur.”
Ramazan Kayan ise şöyle demiş: “Yıpranmış kardeşliğin yeniden içinin doldurulması gerek. Irkçı söylemlerle ümmet sözcüğünün içi boşaltılmıştır, içini doldurma kapsamında üzerimize düşen neyse bunun bilincinde olmalıyız. Seküler dil yerine adil, İslami bir dil gerekmektedir. Kötülük, münker, şer adına ne varsa buna karşı savaşmamız gerekiyor. Haktan yana olanların vahdeti, küresel anlamda daha önem arz ediyor.”
Bu ifadeler meseleye yaklaşımda İslamiliğin altını daha kuvvetle çizerken bildirideki dilden ayrışıyor. Zira bildiride sıkça yer alan “ülkemiz”, “Türkiye’nin geleceği”, “milletimiz” gibi ifadeler maalesef ulus-devlet mantığından ve sığınma psikolojisinden sıyrılamamış olunduğunun ifadeleridir. Sınırların seküler olduğuna, insanların icadı uluslardan devlet olmaması gerektiğine, devletin de başka kurumların da temelinin vahyî değerler olması gerektiğine inanan Müslümanlar için ulusal sınırlar anlamında “ülkemiz” diye bir şey söz konusu olabilir mi? Bu tarz bir cahilî aidiyet İslami aidiyet ile uyumlu mu? Bizim için İslam kardeşliği vardır ve bunun sınırlarını İslam’a teslimiyet belirler, yapay sınırlar değil. Türkiye Cumhuriyeti, bu haliyle bizim için ilkesel anlamda ne bir anlam ne de değer ifade etmelidir. “Milletimiz” sözcüğü ise aynı zaafın bir diğer görüntüsüdür. Kur’an’ı referans alan insanlar için günümüzde kullanıldığı anlamı ile bir “milletimiz” olması mümkün değildir. Bizim için iman edenler ve etmeyenler vardır; bu sınırlar içinde yaşayanlar ve yaşamayanlar değil.
Türkiye Cumhuriyetine Ne Kadar Aidiz?
“Türkiye'nin kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına aynı huzur ve barışın yaşanması için atılacak her türlü adımı desteklediklerini vurguladı. Atılan adımların sonuçsuz kalmasını istemediğini belirten Dilberoğlu, ‘Gelişmeler toplumun tüm kesimleri tarafından desteklenmeli.’ dedi.”
Batı icadı ulus-devlet algısı zihinlerimize o denli işlemiş ki, dilimiz bile sınırların ötesine geçemiyor. Sorulsa elbette ki, sadece Türkiye değil, herkes huzuru yaşasın denilecektir fakat dil, terminoloji buna izin vermiyor. Kullanılan sözcükler düşünceyi sınırlıyor. Neden “Türkiye’nin kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına barış?” Hâlbuki bunun yerine tüm dünyanın barış ve huzur ortamına girmesi temenni edilebilir.
Tüm iyi dilek ve temennilerin başına “Türkiye”, “ülkemiz”, “milletimiz” kavramlarının yerleştirilmesi ya da bunlar için yapılıyor olması da aynı zihinsel problemin bir görüntüsü. Doğru bilgiyle ilgili problemler dili, dille ilgili problemler düşünceyi tahrif ediyor. Nitekim bir Müslüman için sınırlara göre düşünmek büyük bir hata olacaktır.
İslami Çözüm İçin İslami Duruş, İslami Duruş İçin İslami Dil
Yapılan toplantı büyük bir problemin çözümüne yönelik atılan olumlu adımları desteklemek adına önem arz ediyor. Müslümanların bu konuya uzakta kendini konumlandırmak yerine çözümden yana rol almaları, düşüncelerini ifade etmeleri ve mutabakata varmaları önemli. Katılan herkesin sadece çözüm değil de “İslami çözüm”ün üzerinde duruyor olmaları kimliğimiz açısından önem taşıyor. Fakat maalesef kullanılan terminoloji bu niyet kadar başarılı değil. Üstelik niyetin iyi ve samimi olması düşünce ve davranışın doğruluğunu beraberinde getirmiyor. Müslüman kesimlerin gerek bilgi eksikliklerini giderme gerekse de sosyal-siyasal gelişmelere karşı tavır belirleme sürecinde aralarında istişari birliktelikler kurmaları terminolojik ve perspektife ait sorunların da zamanla giderilmesine yardımcı olacaktır. Bunun için kaynaklar veya sahih referanslar temelinde daima istişareye açık olmak yapıcı süreçlerin gelişmesi için önem taşımaktadır.
Bu ve benzeri inisiyatif geliştirici toplantıların sözünü ettiğimiz boyutları da kapsayarak derinleşmesi dileğimizdir.