Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Bir inanç olarak algoritma
Malumunuz bir süredir sosyal medya ile hiç olmadığım kadar iç içe geçmiş bir halde yaşıyorum. Bu kritik tecrübenin bana içeriden şahitlikler kazandırdığı kesin... Buna ilave olarak zihnimde epeyce tartışma konusu açtığını da söyleyebilirim. Bu köşeyi okumaya devam ederseniz, muhtemelen bu tartışmaların zihinsel yan etkilerine sizler de maruz kalacaksınız önümüzdeki dönemde, şimdiden söyleyeyim de gardınızı alın.
Öncelikle, şimdilerde eski sıklığında kullanılmıyor olsa da ‘sanal alem’ yakıştırmasının gayet yerinde olduğuna kanaat getirdim bu süreçte. Özellikle dijital dünyanın ‘alem’ kelimesiyle karşılanması çok yerinde... Çünkü yaşadığımız alemden ayrı, sanallığı içinde kendi gerçekliğini üreten, kendi kurallarını koyan, kendi kavrayışlarını inşa eden ikinci bir ‘alem’den söz ediyoruz genelde internetin dünyasından, özelde sosyal medyadan söz ederken.
Bu işe benim gibi epeyce rötarlı girenler için, sosyal medya kişisel idrak ve belleğin neredeyse tamamen silinip yeniden örüntülenmesini (!) gerekli kılıyor. Çünkü mevcut düşünme ve anlama kabiliyetlerimle sosyal medya gezegeninde yolumu bulmam çok güç... Genel bir değişim de yetmiyor işin kötüsü, her sosyal medya aracının kendi içinde kendine göre işleyen bir mantığı var. Aynı paylaşımı farklı sosyal medya mecralarında neredeyse eş zamanlı paylaştığınızda, her birinin kendine özgü ve bir diğeriyle birçok yönden benzeşmeyen etkileşimleri olduğunu fark ediyorsunuz hayretle. A mecrasında B mecrasından, B mecrasında C mecrasından tamamen farklı bir mantık yürüyor.
Bu nasıl oluyor? Kısa zamanda çıkardığım sonuç şu: Her mecra kendi kullanıcılarını zihinsel olarak yoğuruyor ve kendi normlarında düşünür hale getiriyor. İlgilerinizi, meraklarınızı, zayıflıklarınızı yürüttükleri yayın mantığı içinde olabildiğince aynılaştırıyor ve yönetiyorlar. Bu sebeple, hemen her kullanıcının favori bir mecra seçtiğini, kendini oradaki işleyişe uygun şekilde uyarladığını söylemek mümkün büyük ölçüde. Bu aynı zamanda şu demek, o mecrada geçirdiğiniz vakit sizin kontrolünüzden çok, yine büyük ölçüde o mecranın merkezi beyni tarafından kontrol ediliyor. Beğenilerin nerelerde toplanacağı, ilginin nerede yoğunlaşacağı, insanları kaç saniye meşgul edeceği gibi temel argümanların önceden bilindiği bir algoritmik merkezden söz ediyoruz. Mesela o sizin bir görselde kaç saniye kalacağınıza karar veriyor, kısa ya da uzun...
Önünüze ne çıkacağına, nelerin gözünüze sokulacağına, menünüzde neler olacağına, hangi eğlenceliklere yoğunlaşacağınıza büyük oranda o merkez karar veriyor. Bütün bu mantık ‘trendler’ diye sorgulanamaz bir gerekçe üzerinden meşrulaştırılıyor. Siz bu trendlerin dışında şeyleri bu akışın içine sokmaya çalıştığınızda istediğiniz sonucu alamıyorsunuz. Önemsediğiniz şeyleri trendler arasında bulamıyor, iki trend arasına kendi trendinizden bir şeyler sokamıyorsunuz. Ya düzene uymanız ya sessizce bir köşede takılmanız ya da çekip gitmeniz isteniyor. Gidenlerin sayısı az, kalanlar da görünüşe göre trendleri çok rahatsız etmiyor. Bu yakıcı ikilemler arasında kendinizi bir süre sonra bu tartışılmaz etkileşim mantığı içinde var olmak için ne yapmanız gerektiğini araştırırken buluyorsunuz. Ne yapılacağı elbette belli... Etkileşim ticaretinden payınızı almak için asıl yapmak istediklerinizi unutacak, gidip algoritma tanrısına teslim olacaksınız.
Öyle mi olacak?
Yaşayıp göreceğiz.
Biz göreceğiz ama bakalım sizler de görecek misiniz?