Türkiye, revize edilmiş haliyle sosyal güvenlik reformunu yeniden yasalaştırmaya çalışıyor. Meclis Genel Kurulu'ndaki tasarı önümüzdeki günlerde gündeme gelecek ve herhalde bir hayli hararetli tartışmalar izleyeceğiz.
Nitekim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu haftaki grup konuşmasının en can alıcı bölümünü sosyal güvenlik reformuna ayırdı ve reformla ilgili eleştirilere bir hayli sert cevaplar verdi. Yani kavga başladı bile ve bitecek gibi de gözükmüyor.
Sendikalar ve kimi sivil toplum örgütleri tasarıya karşı çıkarken bazı hak kayıpları olduğunu söylüyorlar. Başbakan ise 'Kazanılmış haklar kaybediliyor diyen yalancıdır' diyor.
Eğer hiçbir hak kaybı olmuyorsa ve bu arada ilave haklar da verilmiyorsa bu yasa değişikliği neden yapılıyor?
Başbakan, 'Kazanılmış haklar kaybedilmiyor' derken, herhalde halen çalışan, emekliliğe yaklaşmış olanları kastediyor. Sendikalar hak kayıplarını sıralarken ise örneğin kademeli olarak geçilecek 9 bin iş günü çalışma zorunluğuna bakarak bugün var olan bir 'hak'kın gelecekte olmayacağından söz ediyor.
'Yalan söyleme' tartışması bu anlamda sonsuza kadar sürebilir bir tartışma. Türkiye'nin Başbakanı keşke böyle bir hakaretamiz söz kullanmamış olsaydı, tartışma da keşke daha medeni kelimelerle yapılsaydı.
* * *
Türkiye'de sosyal güvenlik sisteminin çökmüş olduğu matematiksel bir gerçek. Bunu tartışmanın anlamı yok. Başbakan da verdi rakamları, 1970'te bir emekliye karşılık 9 aktif prim ödeyicisi çalışan varken bugün aynı rakam 1.99 aktif prim ödeyicisi çalışana düşmüş durumda. Bu sürdürülebilir bir şey değil.
İşte bu gerçek saklanamayacak şekilde ortada olduğu için de tartışma 'sosyal devlet' ilkesi üzerinden, daha doğrusu emeklilik ve genel sağlık sigortası sistemine devletin katkısı üzerinden yapılıyor.
Türkiye, Anayasası'nda da yazıyor bir 'sosyal devlet.' Ama 'sosyal' olduğu kadar, aynı Anayasa maddesine göre 'demokratik' de olması gereken devlet.
Bugün devlet bütçesinden sosyal güvenlik kurumlarına çok ciddi miktarlarda aktarım yapılıyor. Yine aynı şekilde, yeşil kart vs. ödemeleri için de bütçeden ciddi bir kaynak aktarımı yapılıyor.
Yapılıyor yapılmasına ama bu aktarılan kaynaklarla ilgili hiçbir demokratik denetim mekanizması çalışmıyor. En azından, bütçe hazırlanırken konulan ödenekle bütçe uygulaması sonunda ortaya çıkan gerçekleşme durumu arasında farklar oluşabiliyor.
Kaldı ki, burada bütçe gibi son derece kısıtlı bir kaynaktan söz ediyoruz. Sosyal güvenlik sistemi bu kaynağın yüzde 30'a yakın bölümünü üzerinde hiçbir tartışma olmaksızın yutunca, geriye kalan miktarla eğitimden altyapıya, güvenlikten adalete kadar pek çok önemli ve hayati devlet fonksiyonuna kaynak kalmıyor.
İşte bu sebeple, sosyal güvenliğe bütçeden aktarılan miktarın azaltılmasında, aktarılan paranın da açık kapatma parası olmaktan çıkıp 'katkı'ya dönüşmesinde yarar var. Demokratik bir ülkede, bütçe hakkı ve bütçe üzerinden denetim hakkı en vazgeçilmez, en temel haklardan biridir. Sosyal güvenlik açıklarımızla iç borç faiz-anapara ödemeleri ve maaş ödemeleri bir araya geldiğinde Türkiye bütçesi tükeniyor, biz vatandaşlar da bu en temel hakkımızı kullanamaz hale geliyoruz.
İşte tam da bu sebeple, sosyal güvenlik sisteminin onarılmasına ihtiyaç var ve mevcut reform tasarısı sözünü ettiğim bu onarımı aslında kısmen gerçekleştirebiliyor.
Yasanın pek çok detayı tartışılabilir, değiştirilebilir ama 9 bin iş gününü hedefleyen ve emekliliğe gelecekte 65 yaş sınırını getirecek olan kademeli artış düzenlemeleri değişirse reform da yapılmamış olur.
Radikal gazetesi