"Kadın konusu"nu takıntı haline getirdiğimi düşünenler var. Eleştiriler iki noktada toplanıyor:
a) Ataerkil bir kültürün içinden geliyorum, dini de gelenekte teşekkül ettiği üzere erkeklerin görme biçimiyle yorumladığımdan kadınların erkeklerin tahakkümü altında kalması fikrini savunuyorum.
b) Dünya değişiyor; sanayileşme, kentleşme, okullaşma, iş hayatı ve sosyoekonomik zaruretler değişimi kaçınılmaz kılıyor. Beni eleştirenlere göre değişimi kabullenemiyorum, dolayısıyla arkaik, anakronik duruma düşüyorum.
Belirtmek gerekir ki, ben her iki eleştirinin dayanaklarını teşkil eden fikri, tarihi ve toplumsal referans çerçevesinin farkındayım, ancak her iki eleştirinin de uzağındayım. Bu köşeyi yakından takip edenler benim farklı bir kulvardan seslendiğimi biliyorlar.
İslam dünyası ve Osmanlı Batı ile askerî alanın dışında sosyokültürel zeminde de karşılaştığında, ilk gündeme gelen konulardan biri "kadın ve beden" olmuştu. İki dünya arasındaki medeniyet, politika ve askerî çatışmanın merkezî konulardan biri olan kadın ve beden bugün de sürmektedir. Kavgada sadece erkekler yer almıyor; her tarafta iki cins de yer alıyor. Eğer İslam toplumları Batı'nın ve küresel hegemon güçlerin istediği gibi laikleşip-sekülerleşeceklerse bu kadın ve bedenin yerleşik hale geleceği algıyla ilgili olacaktır.
Ancak Batı'da veya Doğu'da kadının sorunun teşekkül ettiği tarihi-toplumsal mecra da görmezlikten gelinemez. Doğu'da kadını acıtan sorun büyük ölçüde "âdet ve törelerden beslenen gelenekler"den kaynaklanmaktadır. Anlaşmazlık konusu, sahih İslam inancını ve bu inancın tarihteki tezahürü olan örfü -çünkü örf tanımı ve tabiatı icabı İslam'ın sahih hükümlerine ve ilahi murada uygundur- bozulmuş, tahrif olmuş ve bu özelliğiyle kadını mağduriyete uğratmış "kötü âdet ve zalimane töreler"den ayırıp mı kadın konusunu konuşacağız, yoksa hepsini bir torbaya doldurup referans çerçevemizi tümüyle Aydınlanma'nın kaynaklarında mı arayacağız? Örfü ve sahih geleneği hesaba katmayan modernist fakihler, hakikatte dini Aydınlanma'ya göre tefsir ediyorlar ki, bu meşru usul ve yol değildir.
Batı'daki gelişme seyrine baktığımızda ise üç önemli kırılma noktası görüyoruz:
1) 18. yy'da başlayan sanayi devrimiyle kentler oluştu, kırda yaşayan insanlar sanayi merkezlerine, yeni kentlere göç etti. Kapitalizmle oluşan vahşi sömürüden en büyük payı kadın aldı, çünkü erkekle en azından eşit ücret almıyordu. Kadının imdadına "din" yetişmedi, çünkü zaten feodalite döneminde bile Kilise kadına hayırhah davranmıyordu. Bu yüzden kadın "dinin, geleneğin ve erkeğin kadın üzerindeki haksız denetim ve tahakkümü"nü sorguladı.
2) Ezici çoğunluğu erkek olan 57 milyon insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kadınlar himayesiz kaldı. Bir dizi başka faktörün de etkisiyle cinsel özgürlük, kürtaj hakkı ortaya çıktı. Kadınlar yeni durumda var olabilmek için cinsiyetçilikten kaynaklanan eşitsizliğe başkaldırdılar ve bununla bağlantılı olarak aktif toplumsal özne ve kamusal aktör olarak öne çıktılar. Kapitalist piyasa bunu seve seve teşvik etti.
3) Bugün ise bu iki gelişmeyi arka plana alan Batı -bundan ABD ve AB'nin hegemonik güçlerini kastediyorum- Batı-dışı toplumları dönüştürme aracı olarak kadın sorununu araçsallaştırmakta; politik ve stratejik bir enstrüman olarak kullanmaktadır. Özellikle farklı bir medeniyet, aile ve ev modeli olan İslam toplumlarını çözmeye çalışmakta, böylelikle sosyoekonomik avantajlarını, askeri ve politik hakimiyetini sürdürmeye çalışmaktadır. Yani üçüncü aşamada kadın sorunu, sadece kadın sorunundan ibaret değildir; ama elbette çözülmesi gereken kadın sorunu vardır.
Kadınlar üzerinden yürütülen proje masum değildir, politik ve askerî boyutu vardır. Başbakan R. Tayyip Erdoğan şöyle demektedir: "BOP, Türkiye'deki kadar hiçbir yerde yanlış anlaşılmadı... Projede ilk aşamada üç ülke Türkiye, İtalya ve Yemen eşbaşkandı. Ama proje doğmadan öldü. Bize düşen bu projede kadın hakları ve demokratikleşme idi. Proje ilerleseydi, kazanımlar sağlasaydık fena mı olurdu?" (Zaman, 3 Şubat 2011.) Sorunun böyle bir boyutu da var.
ZAMAN