Yasin Aktay YeniŞafak'taki köşesinde üniversitelere rektör atanma sürecini ve muhalefetin eleştirdiği Boğaziçi Üniversitesine atanan Melih Bulu çevresinde oluşturulan polemikleri irdeliyor.
Türkiye’de geçmişten bu yana üniversite rektörlerinin tayini zor bir konu olagelmiştir. Şu an uygulanan sisteme Türkiye’yi getirmiş olan bir süreç vardır. Bundan önce 4 yılda bir üniversite hocalarının adaylar arasından yaptığı seçimlerde ilk 6’ya girenler YÖK’e bildirilir, YÖK, adayların almış olduğu oyu hiç önemsemeden bir eleme yaparak 3 kişiyi Cumhurbaşkanı’na bildirir, Cumhurbaşkanı da bu isimler arasından aldıkları kendisini bağlamaksızın istediğini tayin ederdi. Seçimse seçim, ama asıl seçim YÖK, nihai seçimse Cumhurbaşkanı tarafından yapılmış oluyordu.
Bu arada öğretim üyelerinin oyları ne oluyordu, hatırlayan var mı? Öğretim üyelerine kala kala birkaç oyla seçilmiş rektörlerin hedefi haline gelmek, iyice politize edilen akademik ortamda iyice tükenmek oluyordu. Bir sene öncesinden başlayan rektörlük seçim süreçlerinde öğretim üyeleri rektörlük ve idari hedefleri uğruna akademik faaliyetlerini tamamen askıya almış oluyorlardı. Buna rağmen verdikleri oyun sonuçta hiçbir anlamının olmadığını biliyor ve YÖK ve Cumhurbaşkanlığında da ayrı lobi faaliyetlerinde bulunuyorlardı. O aşama da rakiplerin birbirleri hakkında geliştirebildikleri dosyalar, ispiyonaj yarışına dönüyordu. Akademik ortamımız, insan kalitemizden bağımsız değil ve bunlar henüz unutabileceğimiz kadar uzak geçmişte kalmış olaylar değil.
Seçimi olabildiğince anlamsız hale getiren ve öğretim üyeleriyle adeta dalga geçen bu duruma son verildi. Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte, şimdi her üniversite seçim zamanı geldiğinde, YÖK aday ilanına çıkmakta, başvuran adaylar arasında YÖK tarafından yapılan araştırma ve mülakatlarda üniversitenin özellikleri dikkate alınarak, o üniversiteyi daha iyi geliştirecek, ilerletecek vizyon ve özellikler aranarak en uygun adaylar arasından yine üçünün dosyaları Cumhurbaşkanının takdirine sunulmaktadır. Bu yolun en azından üniversitelerin seçim dolayısıyla eskiden çok mustarip oldukları gereksiz kutuplaşmaları ve kadrolaşmaları engelliyor olduğu, rektörlerin kendilerine oy veren veya vermeyenler arasında ayırımcılık yapmasının önünü aldığı, rektörlerin kendilerine oy verecek kadroları doldurmak adına gereksiz kadrolaşmalara gitmelerini de engellemiş olduğu bütün üniversite camiasının gözlemlediği bir gerçektir. Ancak elbette daha mükemmel bir sistem arayışına kapalı değildir.
Bu arada, dünyanın gelişmiş ülkelerinde üniversite yöneticilerinin tayini ile ilgili belirlenmiş, her yerde aynı şekilde uygulanan standart bir yöntemin olmadığını kaydetmek gerekiyor. Bu konuda özellikle hem üniversitenin özerkliğini, hem verimliliğini, hem burada üretilen bilginin ülkenin sorunlarına çözüm arayan bir istikamette olmasını temin edecek bir yol bulmak esas olmuştur.
Gelişmiş bir çok ülkede üniversite yöneticileri, rektörleri halktan da temsilcilerin olduğu mütevelli heyetlerince tayin edilir. Zannedildiği gibi akademik özerkliği temin etmenin şartı olarak üniversite öğretim üyelerinin seçime katılması şartı aranmaz.
Hatta bir çoğunda seçilen rektörler akademisyen kökenli olmak zorunda bile değildir. Profesyonel bir yönetici, işletmeci tarafından üniversitelerin yönetilmesinin üniversitelerin verimliliğini, etkinliğini daha fazla artırdığı yönünde görüşler ve uygulamalar vardır. Nitekim Türkiye’de 210 üniversitede her biri alanında zor yetişebilecek nitelikte profesör seviyesindeki akademisyenin rektörlük gibi bir göreve bağlanmak suretiyle alanlarından çalışmaktan geri durdukları bile söylenebilir. Tabi bu şimdi üniversitelerimizle ilgili gündemdeki bir konu değildir.
Boğaziçi Üniversitesi de bir devlet üniversitesidir ve bu üniversiteye rektör seçimi konusunda diğer üniversitelerle ilgili prosedürün aynısı işletilmiştir. Üniversiteler elbette özerktir ancak devletten, ülkenin genel koşullarından bağımsız ve onların üstünde değildir. Her yüksek öğretim kurumu gibi bu üniversite de, çalışmaları da Türkiye’nin Yüksek Öğretim Sisteminin gözetimine, harcamaları sayıştay denetimine tabidir.
Görev süresi biten önceki rektör yerine yapılan duyuruya bir çok profesör müracaat etmiştir. Müracaat edenler arasından Prof. Melih Bulu gerek eğitim kariyeri gerekse de eğitiminden sonra üstlenmiş olduğu ve başarıyla yürüttüğü görevler dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi’ne en uygun isim olarak Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından, kanunun kendisine tanıdığı yetkiyle atanmıştır. Sayın Cumhurbaşkanımız bu takdirini ortaya koyarken adayın akademik kariyerini, Boğaziçi Üniversitesi gibi ülkemizin nadide eğitim kurumlarından birini ilerilere taşıyacak özelliklerini dikkate almıştır.
Onun atamasına itiraz edenler bu sistemin kendisine mi itiraz ediyorlar yoksa Boğaziçi’nin ayrı bir statüye sahip olmasını mı talep ediyorlar? Bu konuda protestocuların Boğaziçi Üniversitesine atfedilen yüksek zekanın çok gerisinde, kafalarının ve söylemlerinin karmakarışık olduğu görünüyor. Bazen sistemin kendisine itiraz edip bu olaydan bir Gezi sathına sıçramaya çalışıyorlar. İlk protesto hareketlerinde yakalananların tamamına yakınının radikal sol örgütlere mensup olmaları, bilahare devam eden protesto tarzları bunu yeterince gösteriyor. Bu örgütler protestom var diyene hazır sloganlarını, pankartlarını alıp koşuyorlar.
Ama günün sonunda, bu eylemlerden, itirazlardan ortaya çıkan asıl iddia Boğaziçi Üniversitesi’nin Türkiye’nin geri kalanından farklı olduğu ve farklı muameleyi gerektirdiğidir. Sergilediği diliyle, kültürüyle ülkenin tamamına yabancılaşmış bir kimlik ve duruş iddiasının rektör atama prosedüründeki farklılıkla tanınmasını talep ediyor. Nedir bu farklılık talebinin kökeni? Düşünülesi bir konu.
Mevcut sistemde her halükarda rektör Cumhurbaşkanı tarafından aynı prosedürle seçilmiş olacaktı, bu değil başkası da olabilirdi. Sayın Bulu’ya karşı sergilenen itirazın arkasında bu durumda belki kendisine yakıştırılan siyasi kimlik dolayısıyla bir tepki var. Bu durumda ona karşı bildiri yayınlayan eden öğretim üyeleri yine başka bir siyasal saikle hareket etmiş oluyorlar. Yani yaklaşımlarının bilimsellikle veya bilimin özerkliğiyle alakası yok. Kendi bilimsel anlayışlarını kendi ideolojik ve siyasal anlayışları rehin almış haberleri bile yok.
Neticede bu, Boğaziçi’ni yöneten rektörlerin açıkça CHP’li olması gerektiğini söylemektir. Nitekim eskiden sadece Boğaziçi Üniversitesi’nin değil, bütün üniversitelerin rektörleri CHP’li olmak durumundaydı. Şımarıkça imtiyaz talep ediyor ve eski günlere geri dönmeyi talep ediyorlar.