Geçen gün şöyle rahat bir vakitte uzay resimlerine baktım.
Hubble Teleskopu’nun çektiği fevkalade çekici ve fevkalade ürkütücü resimler.
Koyu yeşiller, pembeler, morlar, lacivertler, kızıllar, sarılar, siyahlar fırtınalı kavisler çizerek birbirinin içine girmişti, arada şimşek beyazlığında büyük parıltılar, gümüşi toz kasırgaları, turuncu çizgili eflatunların ortasında zifiri karanlık siyahlıklar, bir cenine, bir göze, bir kadın sırtına benzer şekiller vardı.
En masum renklerin oluşturduğu şekillerde bile neredeyse canavarca bir vahşet hissediliyordu.
Bizim asude bir rahatlıkla uzanan yumuşak gökyüzüne hiç benzemeyen bir kaynaşma sonsuza dek uzanıp gidiyordu.
Milyarlarca yıldız, milyarlarca galaksi, milyarlarca nebula bizim göremediğimiz bir uzaklıkta birbirini parçalayacak gibi dolaşarak biçimden biçime giriyordu.
Korkutucu bir yaratıcılığın gösterişli tabloları gibiydiler.
Bunlar, bizim kısıtlı imkânlarımızla görebildiklerimizdi.
Bir de göremediklerimiz vardı bu sonsuzluğun derinliğinde.
Ve, nereye kadar uzandıklarını, neden orada olduklarını, daha sonra neye benzeyeceklerini, ne amaçla yaratıldıklarını bilmiyorduk.
Bu büyük karmaşanın içinde bizden başka canlıların bulunmadığına, kıpırdayıp duran evrenin içindeki tek canlının bizler olduğuna inanmak zordu.
Kaçınılmaz bir çaresizlik, bir merak, bir endişe yaratıyordu seyrettiğimiz bu muhteşem âlem.
Hiçbir şey bilmediğini düşünüyordu insan.
Evimiz dediğimiz gezegenin içinde bulunduğu sonsuzluğa benzer sonsuz bir bilinemezlik duygusu yaratıyordu.
Bir ucundan bir şeyler görüyorduk ama daha ötesinde neler oluyordu?
Niye oluyordu olanlar?
Daha da şaşırtıcı olan bu sonsuzluğa bakarken hissettiğimize benzer bir çaresizliği, insanın “içinden” çekilmiş resimlere baktığımızda da hissediyorduk.
Kan damarları, beyin kıvrımları, nöronlar, sinirler, kaslar, öd keseleri, pankreaslar, karaciğerler, bronşlar, mideler, ciğerler, resimleri yakından çekildiğinde uzay resimlerine benziyorlardı.
Uzaydaki fırtınalara benzer fırtınalar oluyordu beynin içinde.
Ama aynen uzayı tam olarak kavrayamadığımız gibi beyni de tam kavrayamıyor, nasıl çalıştığını tam kestiremiyorduk.
Bilgilerimiz vardı ama yetmiyordu.
Kendi beynimiz, bize ait bazı sırları bizden saklıyordu.
Rüyalar görüyorduk ama niye rüya gördüğümüzü bilmiyorduk, tahminlerimiz vardı yalnızca.
Neden o rüyaları gördüğümüzü de bilmiyorduk.
Neden, yaşarken yaşamadığımız, yaşayamayacağımız birçok olayı rüyalarımızda yaşadığımızı da bilmiyorduk.
Rüya görmeseydik ne tür insanlar olur, nasıl hisseder, nasıl davranırdık, onu da bilmiyorduk.
Beynimizin, hem bir gün öleceğimizi bilip, hem de bu bilgiyi bize unutturabilmesindeki sırrı anlayamıyorduk.
Beynimizle aramızdaki ilişki neydi?
“Ben” dediğimizde tam olarak neyi kastediyorduk, düşünmemizi, konuşmamızı, hissetmemizi sağlayan beyin miydi “ben” olan?
Eğer öyleyse “ben” dediğimiz o beyne kim hükmediyordu?
Nasıl oluyordu da hiç istemeden heyecanlanıyor, korkuyor, sararıyor, titriyor, terliyorduk?
Kendi bedenimize, kendi beynimiz, bizden habersiz emirler veriyordu.
Beden bizimdi, beyin bizimdi ama onların arasında “bizim” bilmediğimiz, denetleyemediğimiz, durduramadığımız bir ilişki yaşanıyordu.
“Biz”, kendi bedenimizle, kendi beynimizin dışında bırakılan biri oluyorduk.
O “dışarıda” bırakılan, beyinden de, bedenden de farklı “biz” neydi?
Kimdi?
Neden kendi beynimizin, bizden gizli olan ve asla ulaşamadığımız “bilinçaltı” denilen mühürlü bir bölümü bulunuyordu, orada neler oluyordu, oradaki bilgiler nasıl ve neye göre değişiyordu?
Nasıl oluyordu da uzayın sırrına benzer bir sırrı kendi içimizde, kendi beynimizde taşıyorduk?
Gökyüzüne baktığımızda da, içimize döndüğümüzde de hep aynı çaresizlik, hep aynı bilinmezlik, hep aynı ürkütücülük vardı.
Hem içimizde, hem dışımızda, sürekli kasırgaların kaynaştığı bir sonsuzluk yer almıştı ama biz bu iki sonsuzluğu da tam olarak göremeden, tam olarak anlayamadan, tam olarak kavrayamadan, bize bırakılan incecik bir çizginin üzerinde, kendi çaresizliğimizi ve güçsüzlüğümüzü unutarak yürüyorduk.
Neredeyse telaşla koşup pencereden baktım, yumuşacık mavi bir sonbahar göğü kıpırtısız uzanıyordu, aşağıda, kaldırımlarda insanlar sakince yürüyüp konuşuyordu.
Bütün o fırtınaları, kasırgaları, kaynaşmaları benden sakladığına şükretmek mi yoksa bunca muhteşem bir kargaşanın ortasında beni bu kadar çaresiz ve cahil bıraktığı için isyan etmek mi gerektiğini bilemedim.