Son isyancılar

Orhan Miroğlu

Referandum sonrasında oluşan yeni siyasi gündem bir hayli zengin.

Kürt sorununda gerçekleşen diyalog ve tartışmalar bu gündemin başında gidiyor.

Bu konularda yazmak yerine, iki haftadır, Diyarbakır Cezaevi’ni yazmaya devam ediyorum. Böyle bir ortamda peş peşe üç Diyarbakır Cezaevi yazısı okumak, okurlara sıkıcı gelmiş olabilir.

Fakat burası öyle bir mekân ve öyle bir tarih barındırıyor ki, Kürt sorunu Diyarbakır Cezaevi hatırlanmadan anlaşılabilecek bir sorun değil.

Bu askerî cezaevini yönetenler “son isyancıların” yüzlercesini ele geçirdiklerine inanıyorlardı.

Belli bir tarih bilinciyle hareket ediyor ve son isyancıları tedip etmek ve bazılarını da fiziki olarak ortadan kaldırmak bakımından her türlü yöntemi deniyorlardı.

Askerî doktrinizasyonun bir tek amacı vardı, buraya getirilen isyancıları, buradan sağ çıksalar bile, kendilerini tanıyamayacak hale getirmek.

Yüzbaşı Esat ve onunla beraber hareket eden askerî kadronun, Kıbrıs’tan buraya gönderildiği söyleniyordu. Esat Kürt isyanları ve isyancılar hakkında kusursuz bir bilgiye sahipti.

Tutukluların, görüş günlerinde, mercimeklerden, buğdaydan bahsetmesini yasaklamıştı. Çünkü 1925’teki, isyan sırasında, Şeyh Sait’in, isyancılarla haberleşirken bilumum hububat adlarını şifre olarak kullandığına inanıyordu.

Dolayısıyla Yüzbaşı Esat, 1925’teki isyancılarla, 1980’deki isyancılar arasında bir fark görmüyordu.

Hatırlayacaksınız belki, Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği Bu Kalp Seni Unutur mu dizisinde Diyarbakır Cezaevi’nde geçen sahnelere, Yüzbaşı’nın çocukları babalarının işkenceci olarak gösterildiği gerekçesiyle itiraz etmişlerdi. Bu itiraz bir davaya dönüştü mü bilmiyorum.

Ama Esat’ın çocukları babalarının işkenceci olmadığını düşünüyorlarsa çok yanılıyorlar.

Maalesef babaları binlerce insana işkence yapılmasını emreden kişiydi. Bu kadarla kalsa iyi. Çok sayıda insan onun ve ekibinin yarattığı bu işkence ortamını protesto etmek için canından oldu. Ölüm orucuyla, intiharla, işkenceyle veya kendini yakarak..

Yüzbaşı Esat bana ve tanıdığım birçok insana işkence yaptırdı. Onun deyimiyle söylersek “o ve adamları” Diyarbakır Cezaevi’ne gelen hiç kimseyi affetmediler.

Suça ortaklık sözkonusu olunca, suç işleyenler arasındaki hiyerarşiler, hatta askerî hiyerarşiler bile ortadan silinebilir. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar kuşkusuz belli bir askerî hiyerarşi içinde gerçekleşiyordu. Ama bu hiyerarşide zalimliğin gücü, rütbelerin rolü ve gücünden her zaman için öndeydi.

Yüzbaşı, “Sizler, idam cezası alabilir, müebbet hapse mahkûm olabilirsiniz, ama eğer emirlerime uyarsanız, bu cezaların bir önemi yok, sizi serbest bırakırım, ve siz dışarıda serbestçe dolaşmaya devam edersiniz” diyordu..

Bu sözlere inanmak zordu tabii. Ama gerçek şu ki, bu sözlere inananlar, Yüzbaşı’nın öngördüğü ölçülerde “değişenler”, yani isyancıyken başka bir şeye dönüşenler, aldıkları idam cezalarına rağmen, kısa sürede serbest kaldılar. Samimi itirafçılar adı altında yeni bir kimlik edindiler. Diyarbakır Cezaevi’nde uygulanan bu politika geleceğe de hazırlıktı bir bakıma.

Ve bu hazırlık 1990’lı yılların başında, savaşın en harlı döneminde sonuç vermeye başladı.

Samimi itirafçılar JİTEM’de istihdam edildiler. Binlerce faili meçhul cinayetin tetikçisi olarak kullanıldılar. İçlerinden bir kısmı infaz edildi. Bir kısmı, o dönemde Hanefi Avcı gibi zirvedeki Emniyet’çilerle, Cem Ersever, Arif Doğan gibi zirvedeki JİTEM’cilerle, ve Sedat Peker gibi mafya liderleriyle dostluklar kurdular.

Faili meçhul cinayetlerin işlendiği ve bir devlet politikası olarak hayata geçirildiği dönemde oldu bütün bunlar.

Hakikate dair merakımızın büyüklüğü oranında öğrenebileceğimiz karanlıklarda kalmış ve keşfedilmeyi bekleyen bir siyasi tarihimiz var bizim.

Diyarbakır Cezaevi bu siyasi tarihin tam ortasında duruyor. O orada duruyor, ama bizim merakımızın bugünkü düzeyi onu bütün derinlikleriyle keşfetmeye yetecek mi, ondan emim olamıyorum ben.

Sempozyumda dinlediklerim ve edindiğim izlenimler haksız olmadığımı düşündürüyor bana. Sanki birileri Kürtlerin ve Türklerin dipten gelen güçlü bir dalga halinde bu netameli geçmişle yüzleşmesinden korkuyor.

Diyarbakır’da en az ilgiyi bu yüzleşme toplantılarının görmesi çok düşündürücüdür..

Kürt sorunu bağlamında bir siyasi tarihin yeniden yazılması sözkonusu olacaksa, böyle bir şeyin, toplumsal hafızanın ve anıların yeniden inşası üzerinden gerçekleşeceği açık.

Oysa hafıza, tarih ve bellek sözkonusu olduğunda, yüzleşme ve geçmişin sorgulanmasıyla ilgili meseleler, yazık ki, bir aydın merakı olmaktan öteye gidemiyor.

Geçmişimizle yüzleşeceksek, kamusal ilgi ve destek yaratmadan yol almak mümkün değil. Diyarbakır gibi bir yerde bu kamusal ilginin epey eksik kaldığı görülüyordu.

Ayrıca Diyarbakır Cezaevi’nin sadece bir direniş mekânı, PKK’yi büyüten bir yer olduğuna inanmak, zalimleri ve failleri unutmak gibi bir sonuca yol açabilir.

Bu cezaevi, PKK’nin büyümesi, güçlenmesi ve siyasi tarihi açısından elbette önemlidir.

Ama bu cezaevine sadece bu anlayışla bakılırsa ve bu anlayışın önde olduğu bir hareket tarzı benimsenirse, Diyarbakır Cezaevi’nin insanlığa karşı işlenmiş suçların mekânı olduğu gerçeği gölgede kalabilir. İnsanları yüzleşmeye ve geçmişle hesaplaşmaya davet etmenin herhangi bir önemi kalmaz bu durumda.

Sonra akıldan çıkarmamak gerekir ki, toplama kampları deneyi, Yahudilerin iki bin yıl sonra devletleşmesine yol açan sonuç ve önemiyle değil, insanlığın on bin yıllık tarihinde bir ilk olmasıyla önemlidir.

Diyarbakır halkının gözle görülen ilgisizliğinin sebepleri üzerinde durmakta fayda var.

Diyarbakır Cezaevi önünde gerçekleşen anmada halk yoktu, salonda da durum pek farklı değildi. Ben o salonun altlı-üstlü dolduğu zamanları biliyorum. Bir panel veya bir imza gününde oluyordu bu.

11 ekimde Diyarbakır Cezaevi için suç duyurusu yapılacak. Acaba çok erken bir tarih değil mi bu?

Daha fazla sayıda mağdura ve tanığa, belgeye, bilgiye ulaşmak için daha fazla zamana ihtiyaç yok mudur? Bu soruların toplantının son gününde tartışılmış olması lazım. Uçağa yetişmek için toplantının, öğleden sonraki kısmına katılamadım.

Ama Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili bir suç duyurusuna binlerce insanın katılması için, belki de Diyarbakır Stadyumu’nda toplanarak oradan mahkemelere doğru gerçekleşecek büyük bir yürüyüş için, belki daha fazla zamana ihtiyaç olabilir diye düşünüyorum.

TARAF