Ali Değirmenci / Haksöz Dergisi - Sayı: 286 - Ocak 15
Batılı dünya”nın, Batı tarih ve zihniyetinin en önemli icraatlarından, günahlarından, utançlarından biri de “sömürgecilik”tir kuşkusuz.
Etkileri günümüzde de çeşitli biçim ve izleklerde devam eden bu olgunun tarihe, coğrafyaya, doğaya olumsuz müdahalesi kadar “insan” olmanın adeta genetiğini de bozduğu, kütlesel ve süreğen bir “yoldan çıkış” öyküsü yarattığı kesindir. Bunu söylemek, Doğu’yu tamamıyla temize çıkarmak, günahsız saymak değildir elbet. Bütün iyi yönlerine, erdemlerine, güzelliklerine, insanlığa zaman zaman armağan ettiği çeşitli değerler manzumesine rağmen, Doğu’nun her şeyden önce kendisini yıpratan, güçsüz kılan ve sömürülmeye elverişli hâle getiren karanlığı, cehaleti, çekişmeleri ve kıyıcılığı da kesinlikle göz ardı edilemez. Fakat Batı; kötülüğe, sömürüye ve kıyıcılığa adeta köklü bir paradigma değişikliği yaşatmış, sistematik hâle getirerek onu diğer coğrafyalara da bulaştırmış ve ona süreğenlik kazandırmıştır. Üstelik bu yöneliş yahut sapma, iyilikle karşılanabilecek, cevap verilecek boyutları, imkânları da aşmış; insanlığı telafisi imkânsız çöküş ve düşkünlüklere ve geri dönülmesi zor şeytani yollara sürüklemiştir. Bu yazıda, sömürgeciliği özetlemeye, sömürgeciliğin doğuş süreçlerindeki temel yükseltilere değinmeye çalışacağız.
Her şeyden önce Batı’nın keşfi, icadı, kolektif bir ameliyesidir “sömürgecilik”.
Yeryüzüne ve insanlığa önce merak ve ilgiyle bakması, sonra da onlar üzerinde gücünü ve kabiliyetlerini sınaması, kabından taşarak ve kaba güce başvurarak başka coğrafyalara peyderpey sarkmasıdır. Hayat ve inanç algısı, gündelik pratiği ve yaşama biçimi, toprağın altına ve üstüne bakışı, hemcinsleriyle ilişki düzlemleri farklı olan diğer insan kütlelerinin üstüne bir süreç içerisinde boylu boyunca çökmesi, çöreklenmesi ve devasa bir vampir gibi dişlerini geçirmesidir. Hem doğayı, coğrafyayı tahrip etmesi hem de insanın zihnini, duygu dünyasını, kimlik ve kişiliğini iğdiş etmesi, parçalaması, dumura uğratmasıdır. Planlı, süreğen ve pervasız bir işgal ve iskân girişimidir. Yerel kültür ve anlayışların hiçe sayılmasıdır. Dünyevileşmenin, dünyaya kazık çakma isteğinin yine dünyayı yıkıma uğratmasıdır. Ahlakın çökmesi ve vicdanın iptal edilmesidir. Bin türlü süse, söze, mazerete bürünse de ihtirasın, güç tapıncının, “ötekiler” üzerinde tahakküm kurma dürtüsünün somutluk kazanması ve yeryüzünü sürekli deşip durmasıdır. Kulağını devamlı şeytanın fısıltılarına açık tutanların, organize olmuş küresel kötülüğüdür. Maneviyatın ve içsel değerler dizgesinin göğe savrularak maddeciliğin temel bir eksen hâline getirilmesidir. Ekinin ve neslin bin türlü zulüm, aldatmaca ve şeytanlıkla bozulmasıdır.
Kabil’in yeryüzü rüyasıdır sömürgecilik; Kabillerin bütün yeryüzünü acıya, yıkıma, korku ve gözyaşına boğmasıdır. Kendini çeşitli yollarla üretebilen devasa bir mikroptur, yeryüzünü bürüyen zehirli bir sarmaşık yahut zakkumdur. Fısk ve fücura eğilimli insanın, İblis’in koluna girerek dünyayı dolaşmaya, kuşatmaya, boğmaya çıkmasıdır.
Sözlüklerde, ansiklopedilerde “Bir devletin kendi sınırları dışında kalan genelde denizaşırı toprakları askerî müdahale başta olmak üzere çeşitli yollarla ele geçirmesi ve orada hâkimiyet kurup yerli toplumlar üzerinde siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda üstünlük sağlayarak bunların her türlü imkânlarını kendi çıkarları için yağmalaması” şeklinde uzun tanımlamalarla çıkıyor karşımıza “sömürgecilik”. Bu olgu, Antikçağ’dan modern zamanlara kadar gelen bir süreç içerisinde farklı şekillerde uygulanmış ve uluslararası ilişkilerin en kapsamlı anlaşmazlık ve çatışma konularından biri hâline dönüşerek insanlık tarihini utanç verici sayfalarla doldurmuştur. Tarzını ve görüntüsünü değiştirmiş olmakla birlikte günümüzde de varlığını sürdürmektedir.1
Kökeni, ilk filizleri, arka planı itibariyle daha önceki tarihlere işaretlenebilecek olsa da sömürgeciliğin, bize “coğrafi keşifler dönemi” diye öğretilen 15. yüzyıl sonlarından başlayarak görünürlük kazandığı söylenebilir. Batılı, Avrupalı çeşitli devletlerin dünyanın geniş alanlarını keşif, işgal, ilhak ve iskân etmeleriyle ortaya çıkan siyasal ve ekonomik süreç ya da olgu olarak da özetlenebilir. Özellikle Batı Avrupa ülkelerinin kapitalizmin eşiğine başka halklardan daha önce ulaşmaları temelinde yükselmiştir. Dünya üzerindeki doğal zenginliklerin, hazır servetlerin ve ucuz emek depolarının yağmalanması yoluyla gene Avrupa’da sermaye birikimini de hızlandırmıştır. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ise yerel kaynak ve kültürlere, tarih, din, dil ve örgütlenme deneyimlerine zarar vererek, bu halkların uzun süre boyunduruk altında tutulmasına, yoksulluğa, geriliğe, -Batılı paradigma düzleminde konuşursak- kendi sanayi devrimlerini ve modernleşme süreçlerini özgürce yaşayamamalarına yol açmıştır. Bizde bir dönem “müstemlekecilik” diye de karşılanan bu kelimenin Batı dillerindeki karşılığı olan “kolonyalizm”, çoğu insanın gözünde sömürgecilik gibi aşırı olumsuz anlamlar taşımaz. Bu cümleden hareketle “koloni kurma” istek ve düşüncesi, Hıristiyanlığı yeni topraklara taşıma; geri, ilkel ve sapkın toplumları uygarlaştırma gibi anlamlar yüklenerek dolaşıma girmiştir.
Bakana ve bakılan yere göre değişik anlam katmanları içeren sömürgeciliğin tarihi, ana hatlarıyla dört aşamada ele alınabilir. Bunlardan ilk ikisi Avrupa’nın genişleme dönemini kapsar ve birincisi kabaca 1763 Paris Antlaşması’na değin, ikincisi 1763’ten yaklaşık 1875’e değin uzanır. Üçüncü aşamayı, 1875-1914 arasındaki yeni emperyalizm döneminde modern sömürge imparatorluklarının yeniden kurulması ya da tamamlanması ile iki dünya savaşı arasında zorlukla da olsa varlıklarını koruması oluşturur. 1945’ten sonra ise yeryüzünün genç uluslarının görece bağımsızlık ve egemenliklerine kavuşmalarıyla sömürgesizleşme süreci hız kazanır. Mevcut ders kitaplarına da girmiş anlatımıyla, bu aşamaların ilkinde önce Portekiz ve İspanya, ardından Fransa ve Hollanda, en sonda da İngiltere ve ardından ABD öne çıkmıştır. İkinci aşamayı İngiliz tahakkümü belirlemiştir. Üçüncü aşamada İngiliz, Fransız, İtalyan, Alman, Rus, Japon ve Amerikan çıkarları arasındaki rekabet iki büyük savaşın maddi, siyasal ve ideolojik temelini oluşturmuştur.2
Genel kabul gören görüşlere baktığımızda, sömürgeciliğin, iki önemli gelişmeyle başlatıldığı görülür. Bunlardan biri, Afrika’nın güney ucunu dolanarak Hindistan’a giden denizyolunun Avrupalılar tarafından keşfi, ikincisi de 1492’de Amerika kıtasına çıkılmasıdır. Daha eski dönemlerdeki işgal ve istilaları saymazsak, bizce bu tarih Haçlı Seferleri’ne kadar götürülebilir. En azından bu seferler, o zamana dek büyük ölçüde kendi içine kapanan Avrupa’nın kabuğunu kütlesel bir şekilde kırmasını ve çeşitli amaçlarla kendi dışındaki coğrafyalara açılmasını sağlamıştır. Seferlerin başından itibaren Müslüman Yakındoğu ile siyasal ve ticari ilişki kanalları da açılmış fakat bölgede kurulan Hıristiyan devletçikler ortadan kalkınca ticaret bağlantıları genellikle İtalyan şehirlerinin egemenliğine bırakılmıştır.
Çin ve Hindistan’dan başlayan ve Kırım limanlarında, Trabzon’da, İstanbul’da, Trablusşam’da, Urfa ve Antakya’da, Beyrut ve İskenderiye’de son bulan Doğu ticaret yollarının kaderi, birbirleriyle çekişen Venedik ile Cenova’ya bağlıydı. Hindistan’a gitmek üzere yola çıkan Kristof Kolomb’un ilk yolculuğunun ardından bir değişim yaşandı. Bu tarihten itibaren Avrupa-merkezci bakış açısının temelleri de atılmaya başlandı denebilir. Yeni bir ekonomik ilişkiler ağı ve yeni karşılaşılan toplumlar karşısında “Avrupa” merkezli bir dünyayı anlamlandırma ve tahkim etme çabası hız kazandı. Bu sürecin “egemen”i, sürecin nasıl işlediği ve nasıl işleyeceği hakkında da belirleyici olacaktı elbette.3
Sömürgeciliğin o yıllarda iki kurucu unsuru, iki cevval ülkesi olan Portekiz ve İspanya’nın kralları; Tordesillas Antlaşması (1494) ile Hıristiyan olmayan dünyayı, Cabo Verde Adalarının 370 fersah batısında Atlas Okyanusunun ortasından geçen hayali bir çizgiyle ikiye böldüler. Bu çizginin batısında kalan her yer İspanya’nın, doğusunda kalan her yer Portekiz’in sayıldı. Bu antlaşmanın yanı sıra, Portekizlilerin keşifleri ve papalığın desteği de Hindistan, Doğu Hint Adaları ve Brezilya’daki Portekiz egemenliğinin dayanaklarını oluşturdu. Yaklaşık yüz yıl Doğu’da Avrupalı hiçbir rakiple karşılaşmayan Portekizliler güçlü gemileri, topçulukları ve denizcilikleriyle yerel güçleri yendiler. Bu, toprak bütünlüğü olan bir imparatorluktan çok, stratejik konumu uygun müstahkem mevkilerden yürütülen bir tür ticaret ve korsanlık etkinliğiydi. Söz konusu güzergâh üzerinde bir dizi noktayı ele geçiren Portekizliler; bu kıyı ceplerinde bazı Arap ve Afrikalılardan “komprador” denen işbirlikçiler de buldular. 1542’de Japonya’ya ulaştılar ve 1557’de Macau’yu Çin’den kiralayarak 300 yıl boyunca Avrupa’nın Çin ile olan ticaretini önemli ölçüde denetleme imkânı buldular. Aynı zamanda, Brezilya’nın doğu kıyı şeridini de çeşitli dilimlere ayırarak sömürgeleştirmeye devam ettiler.
İspanyolların, Amerika kıtasının potansiyellerini fark etmekte geç kaldıkları söylenebilir. 1512’ye değin işgalini tamamladıkları Batı Hint Adalarının büyükçe olanlarında yerlilerin yeni mikroplara dayanamayıp ölmesinden sonra, Panama Kıstağı üzerinde bir koloni kurdular. 1513’te Vasco Nunez de Balboa, Büyük Okyanus kıyısına ünlü yürüyüşünü buradan başlattı. HernanCortes, 1519’da Meksika’ya girerek iki yılda Aztek İmparatorluğu’na son verdi. İşgaller ara vermeden devam etti ve birçok bölge ele geçirildi. 1531’de Francisco Pizarro ve kardeşleri, iç savaşın böldüğü İnka İmparatorluğu’nun istilasına başladılar. Büyük miktarda altın ve gümüş ele geçirdiler. Yerliler Peru ve Bolivya madenlerinde köle olarak çalıştırıldı. Diğer İspanyollar, daha sonra Şili, Ekvador, Kolombiya ve Arjantin adlarını alacak olan bölgelere girdiler. Böylece 300 yıllık bir sömürge dönemi başladı. Yer altı ve yer üstü kaynakları talan edildi. Bu bölgelerde yaşayan yerliler köleleştirildi ve çoğu birkaç kuşak içinde yok oldu. Aynı zamanda, buralarda çalıştırılmak üzere Afrika’dan siyah köleler de getirildi. Kıtada İspanyollar geldiğinde 50 milyon olarak tahmin edilen yerli nüfus, 17. yüzyılda 4 milyona kadar düştü.4
Baskı, zulüm, kan ve soykırım eşliğinde Avrupa dışındaki coğrafyalara göz diken bu açılış; zamanla tersine etkiler de yarattı ve Avrupa’da çeşitli değişikliklere yol açtı. Söz gelimi, Portekiz’in pahalı Asya mallarının bedelini değerli madenlerle ödemesi, altın ve gümüşün Doğu’ya, Güney Asya’ya akmasına neden oldu. Batı’dan gelen mallara yönelik talep ise yükselmedi. Dolayısıyla altın ve gümüş akışı tersine dönmedi. Sonuçta hazinesi boşalan Portekiz, denizaşırı karakollarını birer birer elden çıkardı. İspanya ise tam tersine, Meksika ve Bolivya madenlerinden kalyonlarla altın ve gümüş getirtmeye başladı. İşlek bir filo sistemi kurdu. Gidişte mamul mal, dönüşte külçe altın ve gümüş taşıyan filonun seferleri İspanya’dan başlayarak dalga dalga yayılan bir “fiyat devrimi”ni harekete geçirdi. Bu ülkede maliyetler 16. yüzyılda 3-5 kat arttı ve bütün çabalara rağmen altın ve gümüş Avrupa’ya aktı. İngiltere’de 1500-1650 arasında maliyetler yüzde 250 arttı. Avrupa’da zaten başlamış bulunan ticari devrim, takasın yerini yeterli para dolaşımının almasıyla hızlandı. İtalya ve Baltık kıyıları gerilerken Hollanda, Fransa ve İngiltere’deki iş merkezleriyle antrepolar önem kazandı. Hisseli kumpanyalar gelişti. Coğrafya ve astronomi alanındaki bilgi birikimi zihinsel, kültürel gelişmeyi canlandırdı.
Yeri gelmişken, İspanya ve Portekiz’in bu alandaki egemenliğinin -coğrafi avantajların ve girişimci ruha sahip bazı denizcilerin çabasının ötesine geçerek- neden uzun bir süre devam ettiğine dair bazı tespitleri de aktarmış olalım: Hollanda 16. yüzyılın son bölümünü İspanya’ya karşı bağımsızlık mücadelesiyle geçirdi. Fransa, Avrupa politikasına ve din savaşlarına gömülmüştü. İngiltere, Protestan Reform hareketiyle boğuşuyor, gücünün bölündüğü bir dönemde İspanya’ya meydan okumaktan kaçınıyordu.5
İngilizler, 16. yüzyıl sonlarından itibaren İspanyol deniz güçleriyle çatışmaya, onları hırpalamaya başladılar fakat bu süreçte asıl öne çıkan Hollandalılar oldu. Özellikle Portekizlilere karşı mücadele veren Hollandalılar, birçok bölgeyi ele geçirerek 17. yüzyıl başlarında dünyanın en ileri denizci ve tüccar ulusu hâline geldiler. Avustralya, Yeni Zelenda, Tonga ve Fiji adalarını keşfeden ve ilk kez istila edenler de onlardı. Hollanda ile Uzakdoğu arasında bir ara istasyona duyulan ihtiyaç da 1652’de Jan van Riebeeck’in Cape Town’ı kurmasıyla karşılandı.6
Fransa bu yıllarda Avrupa’nın en kalabalık ve en zengin ülkesiydi. 17. ve 18. yüzyıllarda en önemli sömürgeci ülke olamaması, Avrupa’daki sorunlarının ağırlığı, denizaşırı politikasının istikrarsızlığı ve İngiltere’nin daha serbest hareket edebilmesi yüzündendi. Amerika ve Kanada’da uzun süreli tutunamadılar. Asya’da ele geçirdikleri yerleri de zamanla İngiltere’ye kaptırdılar.
1689-1763 arasında İngiltere ve Fransa, görünüşte Avrupa kökenli sorunlardan kaynaklanan fakat sömürge imparatorluklarını da çok yakından ilgilendiren dört büyük savaşta karşı karşıya geldiler. Bu savaşlarda genellikle Fransa hırpalandı, yenildi ve birçok kolonisini İngilizlere bıraktı. 1763 Paris Antlaşması ile Missisipi’nin doğusunda kalan bütün Kuzey Amerika, İspanyol Floridası ile birlikte İngiltere’nin oldu. İngiltere, aynı zamanda Hindistan’a egemen olmanın eşiğine geldi. Afrika’da Senegal’i aldı. Sömürgeciliğin birinci dönemi sona ererken Sanayi Devrimi başlamış, Fransız İhtilali ve ABD’nin Bağımsızlık Savaşı yaklaşmıştı. Adam Smith ise Paris Antlaşması’ndan yalnızca 13 yıl sonra yayımladığı “Ulusların Zenginliği” (1776) adlı ünlü kitabında, bu döneme yön veren “merkantilizm”in kapsamlı bir eleştirisini yaparak emek değer kuramını ortaya attı ve devlet müdahalesinden arınmış bir serbest ticaret rejimini savundu.7
Konumuz daha çok “sömürgeciliğin doğuşu” ile sınırlı olduğu için diğer aşamalara ayrıntılı değinmeyeceğiz. 1760’lardan 1870’lere değin süren ve Smith’in görüşlerini de içkin olan ikinci büyük dönem “serbest ticaret emperyalizmi” olarak da adlandırılabilir. Bu dönemde Batı Avrupa’nın yayılması, önceki yüzyılların genişlemeciliği ve sömürgeciliğinden farklılaştı. Sanayileşen ülkeler temelde sömürge ürünlerinin alıcıları olmaktan çıktılar. Makineye dayalı üretim sonucu büyüyen mal hacmi için pazar arayan satıcılar hâline geldiler. Köle, baharat ve şeker zamanla önemini yitirirken, sanayi hammaddelerinde ve sanayi bölgelerinin kalabalıklaşan nüfusu için gerekli gıda maddelerinde büyük bir talep artışı oldu. Kapitalizm öncesi yapı ve anlayışlar çözülmeye, parçalanmaya, köklü bir şekilde değişmeye başladı. Özel mülkiyet öne çıktı. Ticari tarım ve madenciliğin gerektirdiği emek arzı yaratıldı. Yerli sanayiler yok edildi, para ve meta kullanımı yaygınlaştırıldı. Bu dönüşümlerin gerektirdiği siyasal değişiklikler ise sömürgecilerle işbirliğine yatkın yerel seçkinlerin eğitilerek öne çıkarılmasını, etkili yönetim tekniklerinin kullanılmasını, yeni acı ve aşağılanmalarla karşılaşan toplumların ayaklanmasını önleyecek yaptırım araçlarının oluşturulmasını içeriyordu. Hukuk bu eksende dizayn edildi. Egemen sömürgeci gücün kültür ve dilinin dayatılması da bütün bunları perçinliyordu. Sömürgeciler, gerektiğinde, “gelişmemiş toplumları refaha kavuşturmak ve gelişmelerine katkıda bulunmak” amacıyla baskı altında tuttukları şeklinde bir algı operasyonu da yapıyorlar, yerli despotlara karşı çıktıklarını da söyleyerek bir tür iyimserlik havası ve kanıksanmışlık duygusu inşa etmekten de geri durmuyorlardı. Sözde bazı bilimsel teorilerle de desteklenmeye çalışılan bu tip inançlar, daha çok 19. yüzyılda Avrupa’da yayılmış ve Avrupalıların tüm dünyada sömürgeci güç olarak yayılmasının da sözde meşru dayanağı olmuştur. Bu tür sinsi bir düşünsel yedeklemeyi de arkasına alan sömürgecilik, girdiği ülkeyi yalnızca sömürmekle yetinmemiş, bunu sürekli kılmak uğruna insanların doğrudan ruhlarına sahip olmayı amaç edinmiştir.8
Bu yeni dönemin başında Büyük Britanya, 13 Amerikan kolonisinin ayaklanmasıyla “eski” ya da “birinci” imparatorluğunun çekirdeğini yitirdi. Buna karşılık Avustralya’nın yerleşime açılmasına yöneldi. Fakat asıl atılımını, Hindistan’ın işgalinin tamamlanmasıyla gerçekleştirdi. 1815’e gelindiğinde, 13 koloninin ayrılmış olmasına karşın, Britanya’nın artık Batı Yarıküre’de Kanada ve Antiller’den başlayıp Ümit Burnu’ndan geçerek Hindistan ve Avustralya’ya kadar bütün dünyayı kuşatan ikinci bir imparatorluğu vardı. Pek çok ülke de İngilizlerin nüfuz alanına çekilmişti.
1870’lere kadar uzanan süreçte, Avrupa’nın büyük devletlerinin imparatorluk kurma çabaları yüzünden çatışmaları belirgin biçimde azaldı. 19. yüzyılın ilk üç çeyreği, gerek önceki dönemden, gerekse 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında emperyalistler arası mücadelenin yeniden keskinleştiği sonraki dönemden sakin geçti. Bu dönemin önde gelen sömürgeci ülkeleri, doğrudan doğruya yerli halklarla savaştılar. Büyük Britanya’nın Hindistan, Birmanya, Güney Afrika ve Yeni Zelenda’da; Fransa’nın Cezayir ve Çinhindi’nde; Hollanda’nın Endonezya’da, Rusya’nın Orta Asya’da, ABD’nin yerlilere karşı kendi uzakbatısında yürüttüğü askerî harekâtlar kapitalizm öncesi toplumları büyük kayıplara uğrattı.9
19. yüzyılın başlarında bu genel eğilimin dışında kalan önemli bir gelişme, Batı Yarıküre’deki Portekiz ve İspanyol imparatorluklarının dağılmaya başlaması oldu. Napolyon Savaşları, Fransızların 1807’ye değin İber Yarımadasını işgal altında tutmaları ve yarımadanın 1814’e dek İngiliz-Fransız mücadelesine sahne olması, İspanyol ve Portekiz sömürgelerini metropol ülkelerden yalıttı. Güçlü milliyetçi ve bağımsızlık hareketlerinin doğmasına olanak sağladı. 1825’te Portekiz, Brezilya’yı yitirmiş, Küba ve Porto Riko adalarını koruyan İspanya’nın da anakarada toprağı kalmamıştı. Fransa’nın yeni doğan devletleri tanımakta gecikmesi, İngiltere’nin pozisyonunu iyice güçlendirdi. Genç ülkelerle hemen ticaret sözleşmeleri imzalayan, limanlarına serbestçe giren, simsarları ve ticaret acenteleriyle mali piyasalara egemen olan ve Latin Amerika’yı 19. yüzyılın ilk yarısında kendi pamuklu dokumaları için en büyük ihraç pazarına dönüştüren İngiltere, bu çabalarının karşılığını fazlasıyla aldı. Yüzyılın ikinci yarısında İngilizler demiryolu yapımında, banka şebekelerinin kurulmasında ve Latin Amerika’dan ihracat için gerekli altyapının oluşturulmasında başı çekti.10
Daha önce de belirttiğimiz gibi 1875-1914 arası dönem konunun uzmanları tarafından “yeni emperyalizm” olarak nitelendirilmektedir. Bu dönemi belirleyen temel etken, henüz bağımsız olan alanların hızla kapışılması, Afrika’nın hemen tümüne, Asya’nın oldukça önemli bölümüne ve çok sayıda Pasifik adasına el konarak dünyanın paylaşılmasının tamamlanmasıydı. 1914’te sömürgeci devletler, sömürgeleri ve eski sömürgeleri, yeryüzünün yaklaşık yüzde 85’ini kaplıyordu. Doğrudan sömürgeleştirmenin yanı sıra nüfuz alanları, özel ticaret sözleşmeleri ve alacaklı ülkelerin borçlu ülkelere kabul ettirdiği ağır koşullar, Osmanlı Devleti, Çin ve İran gibi görece büyük ve dirençli kapitalizm öncesi toplumları bile “yarı sömürge” konumuna itiyordu. Almanya, ABD, Belçika, İtalya ve ilk Asyalı sömürgeci ülke olarak Japonya’nın da pay almaya kalkışmaları yeni emperyalizmin niteliğini belirledi. Yeniden paylaşım talebi, belli başlı sömürgeci ülkeler arasındaki diplomatik çekişmeleri ve savaşları yeniden canlandırdı. Yeryüzünün birçok bölgesinde art arda irili ufaklı çeşitli savaşlar yaşandı. I. ve II. Dünya Savaşının temelinde de bu sömürgeci ve emperyal çekişmeler vardı. Milyonlarca insan öldü, tarifi imkânsız büyük acılar yaşandı. Bu arada hem Batı’nın gönüllü köleliğine soyunan ve kendi halkıyla didişen kişi, öbek, anlayış ve devletçikler hem de sömürgecilere karşı mücadele veren halk hareketleri görüldü. Haritalar yeniden değişti ve yeryüzünde birçok yeni devlet ortaya çıktı. Eski sömürge imparatorluklarının dağılması, 1960’ların ikinci yarısında ve 1970’lerin başlarında ABD’nin bazı durumlarda iktidar boşluklarından yararlanarak İngiltere ve Fransa’nın yerine geçmesine yol açtı. Fiilî sömürgeciliğin yerini yeni kültürel, siyasal ve ekonomik çıkışlar, hücumlar, dayatmalar almaya başladı. Emperyalistlerin desteğiyle kurulan İsrail, yeni sorun, çatışma ve direniş hareketlerinin doğmasını getirdi. Sovyetlerin, Doğu Bloğu’nun çökmesi dünyayı yeniden hareketlendirdi ve ABD ekseninde “tek kutuplu” yeni bir dünya imajı tartışma ve çekişmelerin odak noktası oldu. Şimdilerde başını Çin’in çektiği yeni ve ekonomik angajmanı baskın bir sömürü ve emperyalizm anlayışının da merak, kuşku ve korkuyla izlendiğini yeri gelmişken belirtmek gerekiyor. İnsani özellikleri dışlayan bir “küreselleşme” anlayışının da sömürgeciliğin hâlihazırdaki versiyonu olduğunu söylemek mümkün.
Sömürgecilik sorununa ve geçirmiş olduğu sürece eleştirel gözle bakmak, beş kıtanın son beş yüz yıllık tarihini gözden geçirmek, yalnız sömürenlerin değil sömürülenlerin de tarihini irdelemektir. Daha düne kadar Batılı klasik tarihçiler için sömürü “öteki”ne “uygarlık götürme” olarak gösterilmiştir. Oysa Avrupa kral ve kraliçelerinin yeni güç ve iktidar alanlarına ihtiyaçları vardı. Bilinmeyene yolculuk, efsanelerde ve masallarda işitilen, hep ağız sulandıran o görkemli hazineler, altın yollar, değerli madenler için başladı. Yeni yerlerin bulunması Batılı ülkelerin iştahlarını daha da kabarttı. Ve sermaye birikimi her geçen gün artan gücüyle, her sistemin dinamiğini oluşturan ve eş zamanlı olarak değerleri de yok eden yıkıcı bir süreci başlattı: Uygarlıkların talanı, kültürlerin yıkımı ve soykırım...
Geçmişten günümüze anlatılan uygarlık masallarına bugün artık kimse inanmıyor ve “avcı” tarafından yazılan tarihe eski kavramlarla bakmıyor. Amerika, Afrika, Asya yerlileri tüm bu tarihin nesneleri olarak kaldılar. Özne ise hep Batı’ydı.11
“Yeni Dünya Düzeni” ve “Globalleşme”nin bir fetiş haline getirildiği, “tek kutuplu” duruma gelmiş bir dünyada geçmişi hatırlamak, bugünlere nasıl gelindiğini anlamak için “sömürgeciliği” salt Batılı paradigmaya teslim olmadan sürekli okumak, yorumlamak ve tartışmak gerekiyor kuşkusuz.
Dipnotlar:
1- Ahmet Kavas, Sömürgecilik, TDVİA, C. 37, s. 394.
2- Ana Britannica, Sömürgecilik, C. 19, s. 580.
3- J. M. Blaut, Sömürgeciliğin Dünya Modeli, Dergâh Yayınları, İstanbul 2012.
4- Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyılın Siyasi Tarihi (1914-1980), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1984, s. 81.
5- Ana Britannica, agm., s. 582.
6- Ana Britannica, agm., s. 582.
7- “Merkantilizm”, 16. yüzyılda Batı Avrupa’da başlamış ekonomik bir teoridir. Merkantilizme göre bir milletin refahı anaparanın miktarına bağlıdır ve küresel ticaret hacmi değişmez. Ekonomik servet veya anapara devletin elinde tuttuğu, altın, gümüş miktarı veya ticari değer ile temsil edilir. Bu da diğer devletlerle olan ticari dengenin olumlu yönde olması ile en iyi yükseltilir. Merkantilizme göre, yönetim ekonomide korumacı bir rol oynamalı, dış satımı desteklemeli ve dış alımı sınırlandırmalıdır. Bu fikirler üzerinde duran ekonomik sisteme “merkantilist sistem” denir.
8- MarcFerro, Sömürgecilik Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara 2000, s. 17.
9- Ahmet Kavas, agm., s. 396.
10- C. M. Cipolla, Silahlar ve Avrupa Sömürgeciliği, İstanbul 1998, s. 46-53.
11- Raimondo Luraghi, Sömürgecilik Tarihi, E Yayınları, İstanbul 2000, s. 28.