Sömürge Toplumu ve Anayasa

SERDAR BÜLENT YILMAZ

Sistemlerin kuruluş dönemleri öncelikle bir tasfiye hareketi şeklinde biçimlenir ve toplumsal uzlaşı ve kontrat kavramı genellikle kanlı geçen bu hareketi gizleyen şahane bir imajitatif maskedir. Kurucu iradenin toplum sözleşmesi kavramıyla meşrulaştırdığı anayasal düzen geleneksel olarak bir toplumsal uzlaşı ve sözleşmeden öte genellikle çatışma süreçleri sonucunda yapılmıştır.

Gerçekliğin ustalıkla simüle edilmesiyle yaratılan hipergerçeklik nedeniyle, doğulu insan batıyı anlama konusunda bir "eksik bilinçlenme" durumu yaşamaktadır. Böylece batının hümaniter söylemine inanmış kimseler için savaş, şiddet, kavga, çatışma, mücadele, direnme (bizim ıstılahımızda sabır, cihad, mücahede, kıtal, mücadele vb) gibi kavramlar oldukça itici ve demodedir. Bu nedenle kendi tarihsel müktesebatını, inancını, medeniyetini ve kitabını bu doğrultuda yeniden yorumlayan doğulu kafa, kellesini kendi eliyle giyotine yerleştirdiğinin farkına varamayacak kadar batıya inanmıştır. Sömürge toplumlarında görülen cellâdını taklit durumu, M. Bin Nebi'nin değimiyle kendini sömürüye açmakla sonuçlanmaktadır.

Mesela, İnsan Hakları Bildirgesi ile sonuçlanan Fransız devrimi, öncesi ve sonrası itibariyle tam bir çatışma ve kanlı bir kıyım dönemidir. Kısaca toplumsal uzlaşı denilen olgu özünde, belirli güç odaklarının kendi arasındaki anlaşmasından ve belli bir tasfiye hareketinden ibarettir. Dolayısıyla batılı tecrübenin bu sürecini göz ardı ederek sözleşme ve uzlaşmaya inanmış doğulu kafa, batılı değerlerin hümaniterliğine ve evrenselliğine inandırılmış zavallı kafadır.

Nitekim çatışmasız bir uzlaşı pek de doğal duruma uygun düşmez. Biçimi ve niteliği bir yana, çatışma yaşamın doğal seyrinin bir parçasıdır. Bunu tukaka ilan eden batı, batıdışı dünyanın elindeki tek silahını almakta ve onu kuralları kendisi tarafından belirlenmiş uzlaşı masasına çekmektedir. Müslümanların direnme ve mücadele imkânları, açıkça müdahane anlamına gelen "uzlaşma kültürü" dayatmasıyla ellerinden alınmaktadır.

Batının modern ifsadını defetmekte zorlanan Müslüman dünyanın, belki tek dayanak noktası güçlü bir ideolojik karşı teze sahip olmasıydı. Ancak, karşısına ideolojilerin bittiğini, büyük anlatıların anlamsızlaştığını ileri süren yine batı orijinli post-modernizm ve onun temel tezleri sübjektivizm ve rölativizm çıktı. Modernizme karşı post-modernizme sarılan Müslüman dünya, hakikatini yitirerek en büyük dayanak noktasını kaybetmiş oldu. Modernizme modernist bir bakışla karşı koymayı deneyen Müslüman zihin, şimdi de sömürünün yeni biçimi olan post-modernizme post-modern formasyonla karşı koymayı deniyor çaresizce.

Tarihsel tezlerine, Kur'anî formasyonuna inancını yitirmiş bir toplumun, cellâdının belirlediği verili bilgi ve düşünceyle kellesini giyotinden kurtarma şansı mümkün değildir. Maalesef,

bu inançsızlık Müslümanları "İslam'ın devlet talebi yoktur" anlayışında noktalanan acı bir yenilmişlik psikolojisine sürükledi. Kendinden olana karşı aşağılık kompleksi içine giren ve sömürge toplumunun en temel özelliklerini gösteren Müslüman dünya, sonuçta nötr bir anayasanın; herkesin hukukunu kollayacak bir ideolojisiz devletin; şekilsiz, kokusuz, renksiz, tarafsız bir düzenin kurulabileceğine inandırıldı. "Adalet devleti" kavramsallaştırmasıyla makyajlanan bu düşünce, batılı söylem karşısında acze düşerek utanç içinde batı kültürünün ürettiği kimi değerlerin evrenselliğine inan(dırıl)an zayıf bırakılmışların avuntusu oldu.

İslami algıya göre toplum, kendi içinde çokça çeşitlilikler göstermesine karşılık en temelde iki ana kategoriye ayrılır: iman ve küfür toplumu/milleti. Post-modernizmin sığ sularında çırpınan, liberalizme bulaşmış kesimlere oldukça kaba görünen bu ayrım salt İslam'ın yaptığı bir ayrım değil. Bu ayrımı toplumsal sözleşme, çok kültürlülük gibi kulağa hoş gelen kavramların sahibi batı dünyası da kullanıyor. Günlük hayatta, siyasette ve dış politikada, Müslümanların marjinal, terörist, fundamentalist, sosyal düzeni bozan göçmenler şeklinde yaftalanmasıyla oldukça açık ve düşmanca yapılan bu ayrım(cılık), yasalarda daha rafine bir tarzda demokratik düzen (batılı yaşam tarzı) düşmanlığı formunda gerçekleştiriliyor.

Çatışmayı denklemin dışında tutan anlayışın batının birlikte yaşama, çok kültürlülük, anayasal vatandaşlık gibi formülasyonlarını kabul etmekten veya bunları farklı bir formda yeniden üretmekten başka çaresi olmayacaktır. Çatışmanın tarafı olarak Müslümanlar bir güç olarak kendi şartlarını dayatmadıkça belirlenen olmaktan kurtulamayacaktır. Müslümanlar, batı cahiliyesi tarafından kodlanmış zihinsel koordinatlarını değiştirmedikçe bu çaresizce çırpınmalar hiçbir fayda vermeyecektir.

Müslümanlar için anayasa meselesi bu nedenle önemli bir meseledir. Hayatı, küfür ve iman şeklinde sosyal iki grubun "uzlaşmaz çatışma"sı üzerinden değerlendiren ahiret merkezli bir anlayışın kendi inançlarını ve yaşam tarzını içermeyen bir anayasayı nihai kabullenmesi mümkün değildir. Ancak içinde yaşadığı sorunların çözümünün temel ve tarihsel referanslarının Kur'an'da olduğu inancını kaybetmiş bir zihin, çözümü çözümsüzlüğün temel ve tarihsel nedenlerinde arama hatalığından kurtulamayacaktır.