Türkiye gibi “siyaset” ile “ölüm” kelimelerinin neredeyse eşanlamlı sayıldığı bir toplumda, bireylerin silâh edinmek istemesi, siyasî grupların silâhlanması pek öyle yadırganacak bir şey değildir. “Müdafaa-i nefs” konumunda bırakılmış bir insanı (ya da insanları) silâh kullandı diye suçlayamayız.
Ama Taraf’a mülâkat veren Celâlettin Can “Solun silâhtan başka çaresi yoktu” derken bu söylediklerini aşan bir silâh savunması yapmış oluyor.
Sol, altmışların sonlarından başlayarak, gittikçe silâhlandı. Başlangıçta bu, gençliğin bu gibi şeylere duyduğu ilgi ve merakla karışık olarak, bir “kendini-koruma” ihtiyacının sonucuydu. Ancak zamanla, “silâhlı mücadele” kavramının içeriği doldukça doldu; sosyalizmin gerçek mücadele biçeminin bu olduğu görüşü ağırlık kazandı. Silâh, sosyalizmi iktidara getirecek araç olarak görüldü.
Bu sürecin kararını, sol, kendi verdiğini düşünüyor olabilir. Ama öyle olmadı. Türkiye’nin malûm güçleri, solu silâhlandırmak için birçok yol yaptılar, kapı açtılar. Sol bu kapılardan geçti ve bu yollardan yürüdü.
Türkiye’de, Osmanlı’dan başlayarak, raison d’état böyle çalışır. Ortada haklı bir dava, düzeltilmesi gereken bir sorun, bir durum vardır. Devlet, durumu düzeltmek için kolunu kıpırdatmaz. Sorunu yaşayanlar sabırsızlanır, sinirlenir, durumu düzeltmek üzere herhangi bir şey yapılacağından umudu keser. Umudu kesince, kendisi harekete geçer. O zaman “âsi” durumuna düşer. Silâhlanır vb. Bu aşamaya gelinip bu durum hâsıl olunca, devlet, dünyaya dönüp, “Bakın! Bunlar haydut! Bunlar silâhlı eşkıya!” demeye başlar.
Doksanüç Harbi’nin ardından, Berlin’de, Osmanlı devleti, Makedonya’da ve Anadolu’da Vilâyat-ı Sitte’de, yani Ermeni nüfusun yoğun olduğu altı ilde reform yapmaya söz verdi. Bunu bir yükümlülük haline getiren anlaşmayı imzaladı. Ama iş reformun kendisini yapmaya gelince, kılını oynatmadı. Dış baskı, şu bu, vızgeldi. Makedonya’daki Bulgarlar, Yunanlar, “Makedonya bizimdir” diyenler daha çabuk ve daha sıkı örgütlendiler, silâhlı mücadeleyi, “komitacılık” etkinliğini başlattılar. Onların silâhlanması, Osmanlı devletinin de reform düşüncesini toptan rafa kaldırmasını sağladı. Ermeniler arasında da silâhlı direniş düşüncesi taraftar bulmaya başlamıştı.
Cumhuriyet döneminde çok sayıda Kürt isyanı oldu. Bunlar hep modern-öncesi çağların donanımıyla (maddi ve manevi anlamlarında) girişilmiş hareketlerdi. Silâh vardı. Ama etkisizdi. Kolayca bastırıldı.
Altmışarda sosyalizm görününce, o zamanki adıyla “Milliyetçi- Mukaddesatçı” cephe harekete geçti: İlim Yayma Cemiyeti ve Komünizmle Mücadele Derneği. TİP’in toplantıları basılır, taşlanır, sopalı adamlar saldırır. Derken MHP örgütlenmesini bu tarafa kaydırdı. Önceleri “Komandolar” denirdi, bir zaman sonra “Ülkücü” oldular. İlim Yayma Cemiyeti’nden çok daha etkili bir silâhlı güç oluştu. Adalet Partisi, hükümetlerinden sessiz bir destek alıyorlardı. Ayrıca, tam bir “kim vurdu” durumu... Polis mi, MİT mi, Ülkücü mü, vuranın kim olduğu belli değil, ama vurulanın kim olduğu belliydi.
Böylece, solda herkes “Ben de silâhlanmalıyım” diye düşünmeye başladı. Başladık. Başlamamak mümkün değildi. Önceleri “Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi” diye şarkı söyleniyordu. Onlar silâhlı, biz silâhsızdık. Bir zaman sonra “Zaten namlunun ucundadır” aşamasına gelinmişti.
Sol silâhlanmayı kabul edip birkaç da eylem yapınca, Ülkücü kesimin silâhlı komünizme karşı vatanperverane bir savunmada bulunduğu havasını yaratmak kolaylaştı. Medyamızın nelere kadir olduğu gün geçtikçe daha iyi görünüyor.
Kolay değildi, biliyorum, böyle bir ortamda silâhın büyüsüne kapılmamak. Sürekli kurban verilerek siyaset yapılmaz. Ama bunun yolları vardı, bulunurdu. Çözüm, “ben daha iyi silâhşorum”u kanıtlamaktan geçmiyordu. Ama solun gidişini belirleyenler öyleymiş gibi davrandılar. Kendi davranışları, sağın propagandası ve devletin manevraları ile sol silâhlı ve anlamsız bir hırgür ve cinayet ortamının öznelerinden biri haline geldi. Altmışlarda toplumun cömertçe açtığı kredi yetmişlerde çarçur oldu.
Bütün bunlardan sonra, “başka çaresi yoktu” demek, akıl alır bir şey değil.
TARAF