Solun ikinci aşaması

Etyen Mahçupyan

Pozitivizmin rahatlatıcılığı sol siyasetler açısından özellikle işlevsel olmuştur.

Liberalizmin, her şeyi muallakta bırakır ve değişkenliği besler gözükürken, var olan sistemi tüm içsel hiyerarşisi ile birlikte meşrulaştırması, tarihsel açıdan da bir 'donmayı' ifade etmekteydi. Buna karşılık solcular değişimin ve geleceğin 'bilimsel' olarak bilinebilir olması ihtimaline fazlasıyla kapıldılar ve önlerine konan sosyalist reçetenin kolaycılığına sığındılar. Bu işleviyle sosyalizm solu dindarlaştırdı, solcuların afyonu oldu.

Kaba bir Batı/Doğu mukayesesi yaptığımızda, pozitivizmin egemen olduğu sol akımların 19. yüzyıl ortalarında Batı'da başlamakla birlikte bir sonraki yüzyılın ortalarından itibaren kırılmaya uğradığını, buna karşılık Doğu'da esas gücüne yirminci yüzyılın ilk yarısında kavuşup, hâlâ da bu tortuyu taşımaya devam ettiğini görüyoruz. Batı solun liberalizmle helalleştiği, onunla 'kardeş' olduğunu keşfettiği bir anlam dünyası... Oysa Doğu, ancak liberalizmi düşmanlaştırarak yaşayabilen bir sola sahip. Batı solu modernliğin çocuğu olduğunun ve modernliğin ancak hazmedilerek aşılabileceğinin farkında. Doğu solu ise, modernliğin kendisini sömürdüğünü düşündüğü ölçüde pre-modern bir tutuma kayan, bu meyanda modernliğin ideolojisi olduğu düşünülen liberalizmi şeytanlaştıran bir bakışa sahip.

Bu tablo Türkiye için de geçerli. Türkiye solu tipik bir 'Doğu solu' görünümünde. Bu nedenle söz konusu tıkanmayı aşmak için çaba gösterenlerin başa dönmeleri ve yeniden liberalizme bakmaları son derece anlamlı. Bir süredir Taraf gazetesinin sayfalarında önemli bir 'alan açma' faaliyeti yürüyor. Gürbüz Özaltınlı'nın, Türkiye'de Kemalist rejime karşı çıkan laiklere 'liberal' denmesine değinen yazısının ardından, Murat Belge ve Halil Berktay konuyu Türkiye solunun tarihi ve solun Batı'daki tarihi bağlamında genişletip derinleştirdiler.

Berktay, liberalizmin milliyetçilik ve sosyalizme kıyasla, aslında bizzat bu iki ideoloji tarafından horlanma ve aşağılanmasının Türkiye'ye özgü bir olay olmadığının altını çizdi. Bu durum Rusya, Çin ve Japonya için de söz konusuydu... Yani "sömürge değil yarı-sömürge veya bir şekilde 'geri kalmış'; dolayısıyla bir 'yetişme' sorunu peydahlamış" ülkeler. Bu 'yetişme' hamlesinin öznesi ise devlet ve devletçilikti... Yine Berktay'ın vurguladığı üzere, Marksizm'in 'belirleyici dışsalı' liberalizmdi, çünkü bu ideoloji bir yandan işçi sınıfının sömürülmesini ve piyasanın yıkıcılığını meşrulaştırmakta, öte yandan uluslararası planda serbest ticaret yaftası altında emperyalizmin önünü açmaktaydı. Nihayet liberalizmin siyasi sistem önermesi söz konusu sömürü düzenini imkân dahiline sokan bir çerçeveydi, çünkü Berktay'ın kelimeleriyle "cahil halkın seçimlerde aldatılması yoluyla karşı devrimin yolunu" açmakta, ya da muhtemelen devrimin daha baştan engellenmesini sağlamaktaydı.

Türkiye solunu İttihatçı geleneğin içinden okuyan Murat Belge ise, siyasi sürecin Cumhuriyet'e de sarkan bir biçimde merkeziyetçilerin liberal anlayışa yaklaşanları tasfiye etmesine dayandığını vurguladı. İttihatçılar için militarizm, devletçilik, korporatizm ve merkeziyetçilik "onların 'amentüsünün' nirengi noktalarını oluşturuyordu". Bu amentünün ardında doğrudan sosyalist teoriyi bulamasak da, Türkiye'deki devletçiliğin sosyalist antiemperyalizm yaklaşımı ile Osmanlı otoriter devlet geleneğini meczettiğini ve bunun modernliğin 'kenarında' kalma haliyle bütünleştiğini söylemek mümkün. Dahası Belge'nin altını çizdiği üzere, yeni siyasi kadroların önündeki somut mesele "gayrimüslim bir burjuvanın yerine Türk-Müslüman bir burjuvazi" koymaktı ve bunun yolunun liberalizmden geçmediği açıktı. İşin toplum psikolojisi yönünde ise liberal kelimesinin kapitalizmle bütünleşmesi ve sistemin tüm olumsuz etkilerinin böylece liberalizme yüklenmesi söz konusu olacak ve bu bakış günümüzün ulusalcılarına kadar sürecekti.

Türkiye solu, modern dünya sisteminin parçası olan, ama zihniyet bağlamında modernliğin temelini teşkil eden relativizme, dolayısıyla bireyselleşmeye ve eşdüzeyli bir toplum tahayyülüne uzak kalan bir toplumun ürünü. Modernliğin dini kamusal alandan dışlayan bakışını sahiplenen, ama otoriter zihniyetin sınırlarını aşamayan bir bakış. Böyle bir solun liberalizm eleştirisi epeyce kavruk ve patetik kalmaya mahkûm... Ama bu, liberalizmin çok övülesi bir ideoloji olduğu anlamına gelmiyor. Relativist zihniyet gerçekten bir zihinsel devrim olarak toplumsallaştı ve bunu içselleştiremeyen bir sol hem insani açıdan zararlı sonuçlar üretmeye, hem de hayatın gerçekleri karşısında giderek kalıplaşmaya ve dinselleşmeye mahkûm. Ne var ki modernliğin yetersiz kaldığı bir dünyada, modernliğin ötesine geçerek de liberalizme ve sisteme bakılabilir ve buradan bir başka sol, demokrat zihniyette bir sol çıkabilir.

Solun birinci aşamasının otoriter zihniyet içinde yaşandığını düşünürsek, demokrat zihniyetin ikinci bir aşama oluşturacağını öne sürebiliriz. Hem belki böylece aşama kavramıyla düşünmeden edemeyen pozitivist solcularımız için de kolay bir vizyon önermiş, onları düşünmeye davet etmiş oluruz!

ZAMAN