Asım Öz / Türkiye Araştırmaları Vakfı
Kültür üretimi ve tüketimi üzerine aykırı düşünceler
Türkiye’nin 2000’li ve 2010’lu yıllarını siyasetten topluma, kültürel hayattan eğitime uzanan hatta sol liberal entelektüel ve yarı entelektüel mahfillerin değerlendirmeleri okunduğunda genelde söylenti yoğunluklu hava hemen sezilebilir. Kendilerini âdeta dünyanın merkezi konumuna yerleştiren bu çevreler, diyelim ki ekonomik ve kültürel küreselleşmeyle anılan 2002 ile 2010 arasında geçen zaman diliminde kendi görüşlerine hatta pratiklerine aykırı olacak şekilde hükümler vermekten çekinmezler.
Söz konusu yıllarda sosyal hayatın çeşitlenmesi, kültür üretimi ile tüketiminin ve kültürel erişimin artması gibi gelişmeleri göz ardı ederek beylik cümleler kurmaktan gizli bir keyif alırlar. Üstüne üstlük armağan kitaplar, siyasi düşünce incelemeleri, uluslararası fuarlar, festivaller, sinema ve tiyatro destekleri, İstanbul Kültür Başkenti gibi onlarca etkinlik ve projede ana aktörler arasında yer aldıklarını unutuverirler. ‘Farelerin kemirici eleştirisi’ düsturuyla 2013-2023 arası dönemi ‘gerici’ diye adlandırmaları da bununla bağlantılı. Sosyal medya mecraları uzun zamandır böylesi bir duyarcı kültüre meyilli zaten. Bu yüzden kültürel alanda düğümlenen özgül çelişkilerin bağlantı noktasını aydınlatmaya hiç yanaşmazlar.
Temelsiz kültür bekçiliği
Sanatsal, entelektüel ve kültürel yaratıları, politik konumlarının göstergesi ve iktidarın katıksız eleştirisidir. Durum böyle olunca kültürün temsil işlevinin, dolayısıyla bizzat kültürü inşa etme ve örgütleme tarzlarının geçirdiği dönüşümü düşünmezler. Ne olursa olsun biçimsel kültür eleştirisine demir atarak kültür meselesindeki ihtilafı göz ardı ederler. Medenilik stratejileri bağlamında karşıtlıklarını büyük bir coşku ile göklere çıkarmanın hazzını yaşarlar. İşte bu sebebe binaen karmaşıklıkları ve çatışmaları anlamak yerine “CHP’nin güncelliği” anlayışına teslim olarak “gece bekçisi” vasfıyla geçersizliği açık olan hükümler vermeye bayılırlar. Çok uzaklara gitmeye hiç gerek yok, görece yakın bir zamana dönerek gerçekliğin makul bir incelemesini sabote eden şu satırlar bir girizgâh olarak kullanılabilir:
“Türkiye’de AKP iktidarı süresinde sosyal ve kültürel hayatın kısırlaştığı, insanların dışarlıklı hâllerinin sadece belirli trendlere sahip sıkıştığı, bunun dışında […] rutin bir hayatın içine kapanarak sosyal hayattan uzaklaştığı görülüyor. Bu sadece geçim sıkıntısı ile izah edilebilecek bir hal değil.”
Sol radikalizmin duyarcılık illetinden kurtulması mümkün değil ama kültür ve hayat, özellikle ilk kelime, ciltler dolusu çalışmayı hak ediyor. Burada hikâyenin sadece birkaç noktasına dikkat çekmekle yetinileceği hemen söylenmeli. Her şeyden önce “bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, gelenek ve insanın toplum üyesi olarak elde ettiği tüm diğer beceriler ve alışkanlıklar bütünü” şeklindeki ‘nesnel’ kültür tarifi ıskartaya çıkmış vaziyettedir. Yanı sıra birilerinin oturduğu yerden bile rahatlıkla verilerine erişebileceği kültürel değişim-dönüşümlerin canlılığının bir türlü görülmediğini ya da inatla görülmek istenmediğini ortaya koyuyor bu cümleler. Denilebilir ki böylesi akademisyenler kültürden bahsettiğinde seküler temayüllerle sınırlı bir görüşü telaffuz ediyorlar aslında. Muhtemelen böylesi yargıları işiten ‘sanat hayırseverleri’, bunları dile getiren kişinin kültür sanat ekonomisiyle ilgili verilerden bihaber olduğunu anında fark edecek, “Ciddiye almaya bile değmez!” diyecektir. Anlamak mümkün değil ama yukarıdaki pasaj Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu, Avrupa solundaki radikal filozofların söylemleri eşliğinde pazarlama siyasetinin bir parçası olarak okunabilecek hayli kapsamlı bir söyleşiden alındı.
İdeolojik karmaşası ile “melez bilinç” nitelemesini tastamam hak eden Kılıçdaroğlu’nu allayıp pullamaya zemin hazırlayan söyleşi, sosyalist hareketin geleceğine dair de çok şey söylemektedir. Zira ilgili söyleşinin yurttaşlık, alçak gönüllü uygarlık, otoriter iktidar, neoliberalizm, popülizm, demokrasi mücadelesi, sosyal demokrasi gibi saymakla bitmeyecek kavramlarla bezeli olması bu durumu güçlü bir biçimde resmeder. Kılıçdaroğlu’nun söyleşisi üzerinden ana muhalefet düzleminde kültürün, kültürel hayatın ve sanatın ne anlama geldiği belirgin kılınabilir. Özellikle sunulan çerçevenin sınırlılığını genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışmak yararlı olacaktır. Türkiye’de sığınmacıları/mültecileri dışlayıcı siyasi söylemin inşasındaki başat aktörlerden Kılıçdaroğlu, göçmenlerin kültürel kimlikleri, görenekleri ve pratikleri hakkında hiç konuşmuyor mesela. Önce yurttaşları ‘ciddi bir kültür tüketicisi hatta kültür alanında bir üretici hâline getirecek’ stratejiler bağlamında dile getirdiklerini okuyalım:
“Bizim belediyelerimizin bulunduğu her ilde, ilçede, beldede kültür hayatına büyük önem veriyoruz. Çocuklarımızı sanatla, kültürle tanıştırmaya çalışıyoruz, onların kültürü ve sanatı bir şekliyle öğrenmeye, içselleştirmeye ihtiyaçları var. Bu konuda tabii ki yetkin insanların görev alması gerekiyor. Belediyelerimiz sanatçılarla zaman zaman bir araya geliyorlar. Yaşı ne olursa olsun anaokullarından başlayarak, daha sonra meydanda, caddede, sokakta, salonlarda kültür etkinlikleri geliştiriyorlar.”
Alelade kıt içerikli bu cümlelerin basit bir propaganda olmasının ötesinde bir anlamı bulunmadığı gibi Türkiye’nin ekonomik ve politik yönelimleri uyarınca hemen her siyasi partinin zaten dile getirdiklerinden ibaret. Fakat burada mesele, daha karmaşık ve daha ilginç: Çünkü kültür tartışması ve etkinlikleri tüm beldelerde ve ilçelerde aynı şekilde öne çıkmaz. Örneğin CHP’li Honaz (Denizli) ile Nilüfer (Bursa) belediyeleri arasında büyük bir uçurum vardır. Öte yandan Türkiye’deki tartışmalar açısından buradaki “kültür” ve “sanat” kavramlarının özünde liberalizm ve aydınlanmacılığı ifade ettiği de düşünülebilir. Politikaya uygulanmış kültürün, küçük hatalar bulmayı, bencilce rahatına düşkün olmayı ve eylemde kararsızlığı dile getirdiği de…
Acil politikaların bileşeni olarak kültür
Kılıçdaroğlu akabinde, özünde Tanzimat zihniyetinin eğitime yüklediği anlamı hatırlatan yargılarını dile getirerek üniversitelerin kültür ve sanat alanında çalışması gerektiğini belirtiyor. Ayrıca birbiriyle bağlantılı, bayat bir dizi siyasi sloganı da politik haklılığının delili olarak takdim ediyor. Hâsılı aykırı düşünceler güzellemesi eşliğinde, sanattan ve kültürden hızla uzaklaşıyor. Türkiye’de düzenin normalleşmesi sürecinin bir parçası olan eğitim politikalarıyla ilgili düzenlemeleri ise endişeli modernlerle aynı zaviyeden eleştirmeyi eğitimi ve güzel sanatları düşünmek sanıyor. Kültür ve sanat vurgulu “yumuşak güç” vurgusu ile güçlü silahlara sahip olmayı karşıt kutuplara yerleştirerek bilim ve teknoloji övgüsü yapıyor. Dahası son yirmi yılda eğitimle ilgili kronik sorunlardan bir kısmının çözüldüğünü bir türlü kabullenmek istemeden seçim sürecinde daha çok öne çıkan gençlik popülizmine yaslanıyor:
“Bakınız, şunu da rahatlıkla ifade edebilirim. Millî eğitim politikalarıyla sadece kendilerine oy verebilecek bir kuşak yetiştirmek için özel çaba harcadılar. Ama başaramadılar. Unuttukları bir şey vardı. O çocuklar ve gençler teknolojinin de olanaklarıyla, örneğin ellerindeki cep telefonlarıyla dünyanın her bir noktasına rahatlıkla ulaşabiliyorlar. Özgürlüğün, eşitliğin, adaletin, güzel sanatların topluma kattığı güzelliklerin öneminin farkındalar.”
Buradakine benzer birçok örnekte görüldüğü üzere kültür ve sanatı konuşmak özerk bir faaliyet alanı olarak ‘kültür’ anlayışının dışında bir yaklaşımın dışavurumudur. Kant’ın “kültür aracılığıyla medenileşme” dediği kültürel ilerleme ve insanın eğitimi münasebetinin en önemli nesnesi ise akılla donatılmış teknolojik aygıtlara havale edilmiştir. Pasajda, kültür ve eğitimle aynı zaman diliminde gündeme taşınan aydınlanma kavramının geçmeyişi yahut ona mesafeli duruluyormuş izleniminin verilmesi ise melez bilinçle bağlantılı. Kültür politikası, CHP’nin güncelliğine katkı yapan elitler tarafından da diğer politika alanlarıyla karıştırılmakta veya daha acil politikaların bileşenleri olarak değerlendirilmektedir. Hâl böyle olunca kavram ‘özerk’ konumunu kaybetmekte; politik madrabazlığın öteberi torbası, başı ve sonu hâline gelmektedir.
Karşılaştırmalı siyaset bilimciler dönüşüm kavramını, “bir siyasal sistemde ve ihtiyaç hâlinde toplumsal düzende köklü bir değişim süreci” şeklinde tanımlamayı tercih ederler. Özellikle kültür ve sanatın toplumsal rolü üzerine yapılan gözlem, analiz ve düşünceler açısından bakıldığında da Kılıçdaroğlu’nun ne burada ne de 8 Ekim 2021 tarihli “Kültür-Sanat Çalıştayı”ndaki konuşmasında ufuk açıcı ifadelere rastlamak imkânsız. Eğer bugün Türkiye’deki kültür sahası gözden geçirilebilseydi, karşı karşıya olunan hakikatin dönemsel bir kültür çalıştayından çok daha karmaşık olduğu açığa çıkardı. Peki, böyle olduğu hâlde niçin sosyalizm ve kültür iddiasını aynı anda savunan bir mecra Kılıçdaroğlu’na sanki tartışmalara yeni bir boyut katacakmışçasına sayfalarını açmaktadır? Belki de 2014’te açılan kapıdan geçilmiş “Şimdi hepimiz CHP’liyiz!” durumuna gelinmiştir. İzahatı ise şöyle yapılmaktadır: “Ayrıntılar üzerinde tartışabiliriz, ancak CHP artık burada mevcuttur; zaferi tamamlanmıştır.” Zira vaktiyle sosyalist akademisyenin önerdiği “demokrat mağdurlar ittifakı” CHP lideri tarafından “bütün demokratların birleşmesi” klişesiyle temellük edilmiş ve reel-politik bakımdan ciddi bir değişim gerçekleşmiştir.
Nicedir kültür kelimesinin sadece çetrefil tarihî gelişiminden ötürü değil, aynı zamanda artık çeşitli entelektüel disiplinlerin ve farklı, birbiriyle bağdaşmayan düşünce sistemlerinin önemli kavramları için de kullanılmaya başlandığından ötürü karmaşık bir anlama sahip olduğu biliniyor. Bu çerçeveden bakıldığında kültür üreticileri, onların izleyicileri ve toplum tarafından sanata ve kültüre yüklenen anlam ve değeri tartışan, sanatçıların ve kültür aktörlerinin dönüşümünü, yerel faaliyet alanları ve uluslararası iletişim ağlarını bütünlüklü şekilde değerlendirmenin hayli sınırlı kaldığı söylenebilir. Belki de yukarıda bir kısmına değinilen, karakteristik temel varsayımları klişelerin ötesine geçmeyen hükümler için boşuna derin okuma yapmamak gerekir. Fakat farklı biçimleriyle kültür üzerine aykırı düşünceler dile getirmeye çalışan sol cephenin günden güne sanatsal ve kültürel pratikler, ifadeler, temsiller, bilgi, deneyim ve beceriler üzerine hakkaniyetli bakıştan uzaklaşmalarının siyasi sebepleri tahlil edilmelidir. Bu süreçte yeni CHP menşeli kültürel çalışmaların analizi, Türkiye’deki kültür sanat ortamına ve yakın geleceğe daha net bir biçimde bakmaya vesile olabilir. Neticede “kültür savaşı”nın alternatif cephesi, duyarcı kapitalistlerle sosyalistleri içermiş durumda.