Solun neden adam olmadığını ve olamayacağını, başlayan 12 Eylül yargılamasında ağzını açan her solcu tane tane hepimize anlattı.
Davayı önemsizleştirmek, sulandırmak, hedef saptırmak ve darbecileri haklı çıkartmak için ellerinden geleni yaptılar. Bir kısmı feci bir patolojinin eseri. Bugüne kadar kendileri söyleyip kendileri oynamaya alıştıkları için çatlak seslerinin farkında değiller. Diğer kısmı ise kumpas olmalı. Sistematik olarak darbecilerin yanında yer almalarının, darbecileri rahatlatmak adına bin dereden su getirmelerinin başka bir açıklaması yok.
"12 Eylül vatana ihanettir" diyor, biri. O zaman bu dava Ankara 12. Ağır Ceza'da değil, İstiklâl Mahkemesi'nde görülmeli. Bir başkasının "mağdur değil muhalifiz" veya "muhatabız" lâfında hikmetler arayarak, diyalektik çelişkinin üstünde karşıtlıklar keşfederek yargılamayı sulandırmak da patolojik bir çaba değil mi? Biri kalkıp da " insan aynı anda hem mağdur, hem muhalif, hem de muhatap olamaz mı?" diye sormuyor. "AK Parti hükümeti 12 Eylülcülerden daha kötü" diyerek sandıktan çıkmış iktidarın üzerine yerleştirdikleri darbecileri bir kalemde aklamak ve davayı boşa düşürmek de öylesine bir çaba. "12 Eylül davası görülüyor, CHP'nin grup toplantısı değil" ikazını yapsanız da beyhude. "Bu katillerin burada işi ne?" diyerek darbecilerden hesap sormayı bırakıp, mahkeme salonunu 32 yıl öncesinde kalan "kurtarılmış bölge" zannetmek de çocuksu bir "geriye ket vurma" değil mi?
12 Eylül davasının içini boşaltmak için bu kadar sistematik gayret patoloji ile açıklanamaz. O zaman kumpaslara bakmamız lâzım.
İllegal sol örgütler her devirde darbecilerin oyuncağı oldular. Örtülü operasyon kabiliyetini geliştirmek için devlet içindeki çeteler bu örgütlere sızdılar. Bazılarını kendileri kurdular ve yönettiler. Bugün 12 Eylül davasının görülmesini, bu derin devlet uzantıları ve kılıç artıkları engellemeye çalışıyor. Yukarıda sıraladıklarıma benzer argümanlarla kendilerini var eden darbecileri aklıyorlar. İnanmıyorlarsa ellerine sağlam bir ölçü verelim.
12 Eylül davası başlar başlamaz somut bir sonuç verdi. 1 Mayıs 1977 hakkında, bu dava sayesinde artık yepyeni ve çok kritik bir bilgiye sahibiz.
1 Mayıs 1977'de, Taksim Meydanı'nda 37 kişi öldürülmüştü. Mahkeme Maraş, Çorum, Sivas gibi kitlesel katliamlar yanında bu olayla ilgili MİT'ten bilgi istemişti. MİT verdiği cevapta, diğerleriyle ilgili kendilerinde bilgi olmadığını ama 1 Mayıs 1977'ye ait sahip oldukları bilgileri "devlet sırrı" olduğu için mahkemeye veremeyeceğini bildirdi.
1 Mayıs 1977'nin birkaç önemli yönü var. İlki, diğerleri gibi sağ-sol çatışmasının bu olayda bir izi yok. İkincisi, güpegündüz bu kadar insanın öldürülebilmesi iki şekilde mümkün: Ya beceriksiz bir devletin ihmaliyle. Ya da doğrudan devlet marifetiyle. İkinci ihtimalin kuvvetli olduğunu, bugüne kadar konunun aydınlatılamamış olması gösteriyordu. MİT'teki "devlet sırrı" itirafı, doğrudan bu olayın bir tarafında devletin yer aldığını peşinen kanıtlamış oluyor. Peki devlet sırrı? Cevap açık değil mi? Hiçbir devlet sırrı, devletin yüksek menfaatlerini, bu olayın aydınlığa çıkması kadar koruyamaz. Bu olay aydınlandıktan sonra yeni bir devletin kurulmasının maliyeti bile, karanlıkta kalmasının maliyetinden daha ağır olamaz.
Peki kim kaybeder?
Kaybedecek olanlar, o gün sol örgütlere sızan ve bu provokasyonda görev alan devlet görevlileri olur. Aynı sebepten, bu olayın aydınlatılması bugünkü sol örgütlerin kirli yapısı hakkında berrak bir fikir verir. İşte bu yüzden, solcular bu olayın aydınlatılmasını istemezler. "Sağlam bir ölçü" dememin sebebi de bu: Samimi ve inançlı solcular, bu gelişme için örgütlerinden neden ses çıkmadığını araştırmaya koyulsunlar. Hedef saptıran ne kadar örgüt mensubu ile karşılaşırlarsa, "devlet sırrı"nı bu sefer "örgüt sırrı" olarak çözmeye sıkıysa cesaret etsinler.
Solun cehennemi kendi içinde. 12 Eylül davası bu cehennemi yakından tanımak için bir fırsat sadece.
ZAMAN