Solcular, Liberaller ve Selahattin Demirtaş

Demirtaş’ın en büyük başarısı, CHP’li ve solcu çevrelere, son zamanlarda artık iyice fabrika ayarlarına dönmüş olan liberallere kendini Tayyip Erdoğan düşmanlığı üzerinden bir barış güvercini olarak benimsetebilmesidir.

İsmail Özcan / Star

Kuruluşundan bu yana Türkiye Cumhuriyeti Devletinin başını en çok ağrıtan; en girift, en yakıcı, en belalı sorun Kürt sorunu olmuştur. Yurdu bütün bir Anadolu toprağı olan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir ulus devlet olması amaçlandığı için biz Türkler gibi Anadolu’nun kadim halklarından olan Kürtlerin kimlik, dil ve kültür alanlarındaki özgürlük talepleri göz ardı edilmiştir. Kürtler bu göz ardı edişe rıza göstermemiş; bu yolda fırsat buldukça isyan etmişlerdir. Sorunun özü budur. Başlangıçta devlet bu sorundan güç kullanarak kurtulmak istemiş, muhtelif Kürt isyanlarını askeri müdahalelerle bastırmış, önderlerini astırmış, ama huzur ve barışı sağlayamamıştır. Terör örgütü PKK ortaya çıktıktan sonra sorun daha da büyümüş; devletin çok büyük can, mal, enerji ve zaman kaybına neden olmuştur. Ne yazık ki bu durum sürmektedir.

Özal’a izin verilseydi...

Cumhuriyet tarihi boyunca yalnızca iki defa bu ağır sorunu Kürtleri muhatap alarak, onları da dinleyerek, razı ederek barış ve uzlaşma yoluyla çözme niyet ve iradesi ortaya konmuştur. Bu sorunu masaya yatırıp müzakere etmek, uzlaşmayı denemek, kısaca barış yoluyla çözme niyetini ilk defa merhum Turgut Özal ortaya koymuştur. Turgut Özal açık ettiği bu niyetin içini nasıl dolduracağını Kemalist/ulusalcı reflekslerin katılığı, amansızlığı yüzünden ne yazık ki açıklayamamıştır. Onun, Abdullah Öcalan için, “Şu deli oğlan ne diyor, bir konuşup anlayalım” lafı bile sivil ve askerin en tepelerinden topa tutulmasına neden olmuştu. Toplumsal, siyasal, ekonomik alanda değişimin, gelişimin önündeki birçok tabuyu yıkan; Türkiye’nin ekonomik potansiyelini harekete geçiren; Türkiye’yi dünyaya açan Turgut Özal, devletin her ulusal sorunda olduğu gibi Kürt sorunu konusunda da kolayca çekiverdiği çağdışı kırmızı çizgileri maalesef aşamamıştır. Turgut Özal, Kürt sorununu çözme şansı çok yüksek bir liderdi. Kürt çoğunluğunun da Türk çoğunluğunun da kendisine güveni vardı. Özal eğer yirmi beş yıl önce Kürt sorununun çözümü konusundaki fikir ve niyetlerini hayata geçirebilseydi bugün çok büyük mesafe alınmış olacak; Türkiye’yi toplumsal, politik ve ekonomik birçok alanda kilitleyen, maddi manevi onulmaz zararlara yol açan bir problem çözüm trendine çoktan girmiş olacaktı; belki de çözülecekti. Kemalist/ulusalcı devlet iktidarının ve onun reflekslerinin etkinliğini şuradan da anlayın ki, TÜSİAD gibi çok güçlü bir sivil toplum kuruluşu dahi Kürt sorununun ciddiyeti, boyutları ve çözümü için yapılması gerekenlere ilişkin olarak yirmi yıl kadar önce Prof. Bülent Tanör’e hazırlattığı raporu rafa kaldırmak zorunda kalmıştır. Çünkü içinde devletin kırmızı çizgilerinin ne kadar çağdışı olduğunu belgeleyen bilgilere yer veriliyordu. Daha önce aynı konuda hazırladığı bir rapor nedeniyle Prof. Doğu Ergil de aforoza uğramıştı. İsmail Beşikçi, Kürt sorunuyla ilgili olarak açıkladığı düşünceleri nedeniyle cezaevlerinde ihtiyarladı.

Kürt sorununun çözümünde ikinci çağdaş, cesur ve rasyonel irade, AK Parti iktidarlarının ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın ortaya koyduğu iradedir ve ona dayandırılan fakat çeşitli ve bilinçli manipülasyonlar ve provokasyonlar sebebiyle sonuçlandırılamayan “açılım” ve “çözüm” süreçleridir. Her iki süreç de bütün olumsuz yaklaşımlara ve karalamalara rağmen Kürt sorununun barışçı çözümünde ümitlerin yeşermesine, önemli mesafeler alınmasına vesile olmuştur. Bunlar amacına ulaşamasa bile daha önce konuşulmasına, yazılmasına cesaret edilememiş birçok şeyin konuşulup yazılmasına fırsat yarattığı için çok önemli bir işlevi yerine getirmiştir.

Kürt tarafının önde gelen ve en sağduyulu aktörlerinden biri olan Ahmet Türk, “açılım” nedeniyle öyle ümitlere kapılmıştı ki en yürek yakan sözlerden birini de süreç sırasında o etmişti: “Bu sorunun çözüldüğünü göreyim, ertesi gün Allah canımı alsın!” Bizde bir problemi doğru dürüst konuşabilmek bile çözüm yolunda bir mesafe almak sayılır.  Çünkü millet olarak genlerimiz hayati sorunların enine boyuna konuşulmasına, tartışılmasına müsait değil. Geçmişte de konuşma, tartışma olgunluğuna erememişiz. Dahası konuşmaktan korkmuşuz. Bu, çoğu zaman kendimizin de itiraf edemediğimiz suçlarımızın, yanlışlarımızın varlığından kaynaklanmıştır.

Söyletmen, vurun!

Antik Roma’dan günümüze ulaşan şöyle bir slogan var: “Vur, fakat dinle!” Bu, “Beni öldür; ama gerçeği de öğren!” demektir. Bizim tarihimizden günümüze ulaşan bir slogan ise “Söyletmen, vurun!” şeklindedir. Söylenmesinden korkulan şey ‘doğru’dur, ‘gerçek’tir. Bu, gerçek ortaya çıkarsa mahvoluruz, demektir.

“Açılım” ve “çözüm”e karşı çıkanlar hep Cumhuriyet tarihi boyunca edinilen ezberleri tekrarlamışlardır: Kürtlere hiçbir baskı yapılmıyor; inkâr ve asimilasyon uygulanmıyor; onlar da her Türk vatandaşı gibi her türlü makama gelebiliyor; milletvekili, bakan, başbakan hatta cumhurbaşkanı olabiliyorlar. Bu yüzden açılım ve çözüm denen şeyler bölücülüktür; üniter yapıyı bozma hinliğidir. Yani “söyletmen, vurun!”diyorlar. Bu süreçlerde en doğru laflardan birini Kürt yazar Muhsin Kızılkaya etmişti: “Evet, Türkiye Cumhuriyetinde Kürtler milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olabiliyorlar; ama Kürt olamıyorlar!” (Star, Açık Görüş, 30. 08. 2009). 

Günümüze gelince, bugüne kadar Kürt siyasal hareketini temsil edenler içinde kamuoyunda yarattıkları imajın tam tersine barışçı çözüme en az inananlar, HDP’nin eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’dır. Bu ikili her kayıt ve şart altında, çözüm avuçlarının içinde bile olsa PKK kartının daima ellerinin altında olmasını isteyen, onu Türk devletinin ensesinde Demokles’in kılıcı gibi daima sallandırmayı amaçlayan bir tavra sahipler. Daha önceki Kürt siyasal aktörlerinden ne Ahmet Türk, ne Şerafettin Elçi, ne Leyla Zana, ne de Hatip Dicle, bugünkü eşbaşkanlar kadar katı, mu’teriz, müzakere edilemez, barış ve uzlaşma karşıtı olmamışlardır. Onların zamanında Kürt sorununun çözümünde bugünkü ölçüde adımlar atılsa, mesafeler kat edilseydi, çok rahatlıkla PKK’ya rest çekerlerdi. Leyla Zana çözüm sürecinin ciddiyet ve samimiyetine bakarak “Bu sorunu ancak Tayyip Erdoğan çözer” demişti de Demirtaşgillerden zılgıt yemişti.

Bugünlerde Selahattin Demirtaş’ın ateşkes çağrılarının hiçbir samimiyeti, inandırıcılığı ve dolayısıyla da etkisi yoktur. Laik, ulusalcı basında Taha Akyol’dan ve Yılmaz Özdil’den başka da bunu fark eden bir kalem sahibi yok. Söz konusu medya mensupları için, Orhan Miroğlu, Mehmet Metiner, Muhsin Kızılkaya, Kurtuluş Tayiz gibi Kürt kökenli yazarların, HDP önderlerinin çözüm ve barış konusundaki itirazları ve yanlışlarıyla ilgili yazdıkları bile uyarıcı olmuyor.  Selahattin Demirtaş’ın en büyük başarısı, CHP’li ve solcu çevrelere, son zamanlarda artık iyice fabrika ayarlarına dönmüş olan liberallere kendini Tayyip Erdoğan düşmanlığı üzerinden bir barış güvercini olarak benimsetebilmesidir. Adı geçen çevreler nasıl patolojik Tayyip Erdoğan düşmanlığı uğruna Türk tarihinin en büyük ihanet hareketi olan, bir zamanlar en büyük düşmanı oldukları Cemaatle işbirliği yaptılarsa, aynı düşmanlık üzerinden HDP ve liderleriyle de işbirliği yapıyorlar.

Yorum Analiz Haberleri

Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm