Ümit Kıvanç’ın geçen haftaki yazısı -demokrat ya da Kemalist- Türkiye solcularının çoğunun Müslümanlara bakış açısını samimiyetle özetlemesinden dolayı oldukça kıymetli bir yazı.
Yazı ‘İslâmcılar’ daha yeni okumaya, düşünmeye, tartışmaya başlarken solcuların okuyup, düşünüp tartışmalarından dolayı hapislerde çektiği sıkıntıları anlatmakla başlıyor. Bir nevî “Siz gelirken biz dönüyorduk” deniyor. Bu aslında üzücü bir tesbit zira en azından bir solcudan bu tesbiti yaparken ‘İslâmcılar’ın solculara nispetle ‘geç’ okuyup, düşünüp, tartışmasının sınıfsal sebepleri hakkında düşünmesini bekliyor insan.
Eğer 12 Eylül veya 27 Mayıs öncesine dair bir hatırlama temrini içine girersek Müslümanların (‘İslâmcı’ kelimesinin daha türe(til)mediği zamanlardı) medreselerinin, tekke ve zaviyelerinin derin bir tefekkür dünyası sunduğunu; dinî lider, hoca ve mütefekkirlerinin komünist, feminist ve gayri-Müslimlerle beraber II. Meşruiyeti nasıl da coşkuyla karşıladığını anımsayabiliriz. Öyleyse ne türden sınıfsal bir dönüşüm (devrim mi desek?) oldu da Müslümanlar, komünistleri düşman belleyen, feministleri kötücülleştiren, gayri-Müslimleri tehlike addeden zulüm diline yedeklendiler?
Müslümanların beslendiği fıkıh, hadis, kelam, vb. kaynaklarını okumaktan saymazsak; ‘İslâmcılar’ın bu kadar ‘geç’ okumaya, düşünmeye ve tartışmaya başlamasında tekke ve zaviyeleri kapatan, Müslüman temsili olan nerdeyse tüm liderleri ve hatta yakınlarını astıran, anneleri çocuklarına kümeslerde gizlenerek Kur’an öğretmeye mahkûm eden, medreselerini geri isteyenlere “Vurma Hamidiye vurma/ Şapka da giyeceğiz, vergi de vereceğiz” diye türkü yaktıranların bu “yedekleniş”teki payı üzerine kafa yormak gerekmiyor mu?
Hem İttihatçılar hem de onların zihinsel halefi Kemalistler, tüm menfî söylem ve kurumlarıyla bu topraklardaki Müslüman varlığını minimize ettiler. Ancak aynı zamanda mesela Diyânet İşleri Başkanlığını kurarak (Genelkurmay Başkanlığıyla aynı günde kurulması da ilginç bir ‘tesadüf’tür) dini kendi zulüm dillerinin yedeğine aldılar. Zira solcularımız uzun süre yok saymış olsa da bu topraklardaki toplumsallığın temelinin İslâm olduğunun ve herhangi bir toplumsal dönüşümün İslâm’ı kendi söylemine eklemleyerek gerçekleşeceğinin farkındaydılar. Haklarını teslim etmek lazım, bu işi gayet iyi becerdiler.
Hayat boşluk kaldırmaz. Biz istediğimiz kadar İslâm üzerinden toplumsal meseleleri konuşmayalım; toplumsal dinamiklerimizin temelini İslâm oluşturduğu sürece ona dair göndermelerle toplumsal alana dair yorumlar yapılacaktır. O yüzden nasıl ki İslâm zulmün diline yedeklenen Müslüman öznelliğini husule getirdiyse, aynı şekilde zulmün diline direnişin sembolü olacak Müslüman öznelliğini de ortaya çıkarabilir. Kıvanç’ın dediği gibi “solcuları faşist olmuş toplumdan vicdan beklemek hıyarlık”sa, başka da çıkış yolu görmüyorum.
Bu anlamda eşcinsellik dahil her toplumsal meselede zulmün önünü alabilecek esas söylemsel alan İslâmî kodlardan neşet edebilir diye düşünüyorum. “Heteroseksüel matriks”ten bahsedip Judith Butler’a sırtını dayayan bir söylem mi eşcinsellerin zulme uğramasını önler; yoksa herkesin can, mal ve namusunun kutsal olduğu Veda Hutbesi’ne referansla kurulan bir söylem mi? Bu mesele üzerine hem Müslümanlardan hem de sekülerlerden oldukça tepki alarak yazmaya devam etme sebebim de budur. Dolayısıyla bir şeye “günâh” deyip demememden çok, bir şeye “zulüm” deyip dememem daha büyük bir öneme hâiz sanırım.
Dünya üzerindeki her ideoloji ya da inanç zulme payanda olabilir. “Olan” ile “olması gereken” arasındaki uçurumu kapatabilecek bir ütopya dünyasında yaşamadık, yaşamayacağız. Ancak bu, mevzubahis ideoloji/inanç içinden hareketle zalimleşen insanlarla o ideolojiye/inanca angaje olan herkesi aynı kefeye koymayı gerektirmez. Daha dolaysız söyleyeyim: Ermeni tehcirinden Sivas katliamına kadar pek çok hadisede İslâm zulme payanda kılınmış olabilir. Ancak bu mevzubahis zulüm biçimlerinin karşısında olduğunu ilan etmiş birisinin söz söyleme hakkını ortadan kaldırmaz.
Murat Belge yıllar önce “Solcu ve Müslüman” başlıklı yazısında başörtülü kadınların üniversiteye gitme hakkını desteklediğini söyleyip eklemişti: “Ama ‘başını örtme’nin iyi bir şey olduğuna inanmıyorum ve niçin inanmadığımı da sonuna kadar açıklamak, savunmak isterim. İyi olmadığına herkesi ikna etmek isterim.”
Bunun üzerine içinde olduğum bir e-mail grubundakiler Belge’yi suçlayan tepkiler vermişti. O zamanlarda başörtüsü yasağından oldukça hırpalanmış biri olarak “Belge’den alıntılanan “başörtüsünün iyi bir şey olmadığını” düşündüğüne dair sözlerini bir başörtülü olarak destekliyorum. Dindar, solcu, kemalist herkesin takiyye yaptığı bir ortamda Belge’nin tavrı bence desteklenmelidir ki ancak bu şekilde bir şeyleri tartışmanın yolu açılır. Aksi takdirde körler sağırlar birbirimizi ağırlar gideriz diye düşünüyorum” demiştim; hâlâ da öyle diyorum.
Kimsenin hırpalanmayacağı bir zaman hiç olmadı, olmayacak. Bu yüzden hakikati ertelemekten bir hayır sadır olacağını düşünmüyorum. Kıvanç’a tavsiyesi için teşekkür ederim ama “ben almayayım”. Ancak aynı tavsiyeyi Belge’ye de yapar mı, merak etmiyor değilim.
hasiralti@gmail.com
TARAF