2. Dünya savaşı sonrası; halk yokluk, yoksulluk ve imkânsızlıklarla mücadele ediyor. Enerji sıkıntısı had safhada. Ekmek karne ile satılıyor. Köylü, hayvanlarını gündüz saklayıp akşam otlatıyor. Çünkü halktan varlık vergisi toplanıyor…
Buraya kadar "ne var bunda, sıkıntılı zamanlarda böyle tedbirler alınabilir" diyebilirsiniz. Bir nebze olsun haklı da olabilirsiniz. Allah, yokluk ve yoksulluk ile kullarını imtihan eder, buna da eyvallah. Ancak “bu imtihandan iktidar sahipleri muaf mıdır?” diye de sormak gerekiyor.
Örneğin bu sıralarda Milli Şef’i büyük oğlu Ömer İnönü, İTÜ'de öğrencidir. Dolmabahçe'deki imparatorluk saltanatını devirip "iktidarı halka devretmekle" övünen, halkçı partinin şefi tarafından Dolmabahçe Sarayına yerleştirilmiştir.
Tüm odaların kaloriferleri yanmakta, saray mutfağı 7-24 çalışmakta, paşazademizin etrafında hizmetliler pervane gibi dönmektedirler. Ne yani, “halkı iktidar yapan kurtarıcılarımızın” çocuklarına saray konforunu çok mu göreceğiz?
Bu örnek, “bal tutan parmağını yalar” düşkünlüğünün dip noktasını temsil ediyor. Toplum olarak bu düşkünlüğün farkına varamıyor, varsak bile normal karşılıyoruz. Çünkü “balı tutmak” gibi hedeflerimiz var. Oysa bizim, hakkımız olanı tarttığı kadar hakkımız olmayanı tartmayan hassas terazilerimiz olmalı.
Hz. Muhammed (as) ashabından birini zekât memuru olarak tayin eder. Zekât toplamaya gittiği beldelerde kendisine zekât ile birlikte hediyeler de takdim edilir. Medine’ye dönen memur; “bunlar topladığım zekâtlar, bunlar ise bana verilen hediyeler” diyerek getirdiklerini tasnif eder. Bunun üzerine Hz. Muhammed (as) “zekât memuru olmadan oralara gitseydin, yine de bu hediyeleri verirler miydi?” diye sorar. “Hayır” cevabını alınca memurdan aldığı hediyeleri iade etmesini ister.
Ancak bugün bu örnekliklerin hayatlarımızda maalesef karşılığı yok. Hizmet, hizmetkâr kavramlarının edebiyatını yaparak; adalet, eşitlik kavramlarını sloganlaştırarak; “sofrayı büyüteceğiz” cümlelerini dillendirerek iktidarı elde eden ya da etmek isteyenler, iktidar nimetlerine sahip olmak hevesindeki tiplerin toplamından ibaret. Tabi ki istisnaları tenzih edelim ama kaide hiç bozulmuyor.
Dolayısıyla siyasetin doğasında bulunan söylemin etkinliği bir türlü pratiğe yansımıyor. Söylem dilden kalbe bir türlü inmiyor. Sofra ne kadar kalabalıklaşırsa kalabalıklaşsın kutuplaşmanın gölgesinde mideler doluyor. Soframızı büyüteceğiz diyenlerin derdi “hele bir sofrayı kapalım da” arzusundan öteye geçmiyor. Çünkü söz bölüşmekten değil, büyütmekten neşet ediyor.
Bu yüzden savunmasız ve kimsesiz mültecilerin bu sofrada yeri yok. Sofraya hizmet etmeleri dahi hazmedilemiyor. Büyütecekleri sofrada sapkınlar başköşede yer bulurken, “helalleşmek” istenen kimselerin düşüncelerine, tercihlerine tahammül bile edilemiyor. Ulusçuluk kiri genlere öyle bir nüfuz etmiş ki, bir türlü atılamıyor. Kaldırılan ilkel ve ırkçı ritüeller tekrar dayatılmak isteniyor. Belki de yok saydıkları bir kimliğin, nicelik olarak en büyük grubunun desteği ile. Sofrayı büyütmenin telaşından olsa gerek “hesap soracağız, asacağız, keseceğiz!” diye bağıranlara bir kelime bile edilemiyor...
Velhasıl "sofrayı büyüteceğiz" diyenlerin sofrasına oturmak istiyorsanız onlar gibi düşünmeli, onlar için çalışmalı, onlar adına mücadele etmeli, onlar gibi olmalısınız. Aksi düşüncelerinizle sofrada kendinize yer bulacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz! Çünkü sofrayı büyüteceğiz söyleminden sonra gelen, "ben bu saatten sonra değişmem" cümlesi, "dünüm yarının aynasıdır" ifşası. Ve biz o aynada gördüklerimizden hiç hoşnut değiliz.
Bununla birlikte temelden çürük olan yapının en ufak sarsıntıda yıkılmaya mahkûm olması kaçınılmaz oluyor. Eşi evden çıkarken ihtiyaçlarını sıralayan ablamız, eşinin bu ihtiyaçları hangi yoldan kazandığı ile ilgilenmiyor; bağın üzümünü yemeye odaklanmış, dibine bağlanan suyun kaynağını sorgulamıyorsa orada temelde bir sorun var demektir. Siyasal partiler de oy gelsin diye ilke, kimlik ne varsa çöpe attılar. Oysa eşini evden, “Rabbim sana helal yoldan rızkımızı kazanmayı nasip etsin” duası ile yolcu etmesi gereken ablamız gibi, “her yasal olanın helal olmadığı” bilinciyle hareket eden örgütlenmelere ihtiyacımız var.
Bu vesileyle, her türlü hayrına muhtaç olduğumuz Rabbimizden ayaklarımızı sabit kılmasını, rızkımızı helalinden nasip etmesini, kalbimizi ferahlatıp bizlere merhamet etmesini niyaz ediyor; Ramazan ayımızı tebrik ediyorum. Allah’a emanet olunuz.