Zamanında Esed rejimiyle saflar sıklaştırılsaydı sonuç böyle olmazdı elbet. Gecikmeli de olsa İran’ın sahaya on binlerce askerle girip Suriye’yi baştan sona katliam ve tehcir politikalarıyla işgale kalkıştığı günlerde uyanmamız gerekirdi. Hadi diyeli o zaman uyanamadık, hiç değilse Rusya’nın sadece 71. 000 hava saldırısıyla başta hastaneler, fırınlar, camiler, okullar olmak üzere bombalarla Suriye’yi harabeye çevirdiği vakitler yumuşak bir u dönüşü yapılsaydı bari.
Amerika’nın Suriye’de PKK-PYD kantonları üzerinden Türkiye’yi güneyden kuşatma projesi İslamcı muhalifleri vurarak Esed rejimini kollayarak ilerlerken de mi aklımız başımıza gelmedi yoksa! Avrupa’nın bizi mültecilerle boğmaktan ve Gezi’den PKK’nın bombalı saldırılarına değin gayet modern tuzaklarının hedefi olduktan sonra da ayılamamış olmak ne fena! Atatürkçü diplomasinin temelini teşkil eden, başta Amerika ve Avrupa olmak üzere bütün dünyanın takdirini kazanan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” çizgisinden sapmakla orta doğu bataklığına saplanmak arasındaki doğrusal bağlantının acı faturaları aşırı derecede nasıl da kabarıyor şimdilerde. Bakın “Esed yine Esad olacak”, iyi geçinin demiştik. Yok, yok bundan sonrasına dair hiç ümit yok, her şey daha kötü olacak, kesin!
Yıkımı Hızlandıracak Zafer
Suriye politikasında Türkiye’nin ağır bir mağlubiyet aldığını ve Rusya-İran bloğunun kesin bir zafer kazandığını güle oynaya deklare edenlerin mütekebbir ve müstehzi tezleri genel olarak böyle. Moskova’da imzalanan üçlü anlaşma ise bunun en önemli delili sayılıyor. Anlaşmanın bir gün öncesinde Rusya’nın Ankara’daki Büyükelçisi Karlov’un bir suikastla öldürülmesiyle oluşan atmosfer de bu durumu daha bir ağırlaştıran etken oldu. Çünkü Halep’ten sivil ve silahlı muhalif unsurların çıkarılması meselesinde anlaşılmış olsa da İran ordu birliklerinin provokatif saldırı ve sabotajlarını Türkiye ancak Rusya ile çözümleyebilmişti. Dolayısıyla Türkiye gerek Amerika ve Avrupa’nın takındığı yıkıcı-yıpratıcı süreci uzatmaya dönük pratikleriyle gerekse güneyden PKK-PYD üzerinden kuşatılma operasyonuyla Rusya-İran bloğunun Suriye’deki barbarca istilası karşısında iyice etkisizleştirildi, ağır bir risk altına sokuldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın altı yıldır sürdürmeye çalıştığı Suriye politikasının çöküşü büyük bir bayram hatta asrın zaferi olarak lanse ediliyor. Rusya ve İran’ın Moğolları kıskandırırcasına ezip geçtikleri bir ülke ve halkın üzerine “biz demiştik, nasıl da çıktı dediğimiz” sırıtışlarıyla kimileri bir haklılık, büyüklük ve bilmişlik payesi çıkarmaya yelteniyor kendilerine. Modern dünya ve modern toplum sonuca odaklanır, ahlaki tartışmalara girişmez dedikleri cinsten bir durum bu davranış tipi. Sadece haksız hukuksuz değil, ne acıdır ki; en ileri düzeyde ahlaksız, utanmaz ve hatta insanlık dışı bir modelle muhatabız.
Suriye’yi kan gölüne ve harabeye çeviren ilk ve en etkili aktör hiç kuşkusuz İran’dır. Rusya ancak İran’ın yoğun talep ve ısrarları neticesinde korkunç bombardımanlarını devreye soktu. Peki, İran’ın bu katliamlardaki rolü, işgal ve tehcirdeki motive edici ideolojisi ve bir taraftan Amerika’yı diğer taraftan Rusya’yı sürece dâhil ederek Suriye halkını ve Türkiye’yi nasıl kanlı bir bataklığa iteklediğini konuşabiliyor muyuz? Ayetullah Hamaney’in Rusya ve Putin’in zaferi üzerine Cuma hutbeleri okutmasından, General Kasım Süleymani’nin Ariel Şaron’dan beter katliamlar tertiplemesinin nasıl olur da Türkiye ve dünya kamuoyunda iz bırakır bir karşılık bulamamış olması basit bir mevzu değil.
Söyleme Odaklat, İşgali Derinleştir
Suriye meselesi en absürt frekanstan “Emevi camiinde kılınacak Cuma namazı” üzerinden neo-Osmanlıcı hayallerin dışa vurumu şeklinde gözlerimizin içine içine sokulurken İran ordusu yanına kattığı Lübnan, Irak, Pakistan ve Afganistan’dan on birlerce Şii militanı Suriye halkının üzerine salmaya devam ediyordu. “Ya Ali, Ya Zeynep, Ya Hüseyin” haykırışlarıyla “tekfirci-cihadist” şeklinde niteledikleri Suriye halkını Rusya’nın da desteğiyle paramparça ediyordu.
Hikâye şu esasen; Sünni Tayyip Erdoğan’ın söylemleri öne çıkarılarak Ayetullah Hamaney’in Suriye üzerine yönlendirdiği Şii motivasyonlu istilacılığın önü açılıyordu. Benzer bir durum MİT Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden yazılan IŞİD’li, Nusra’lı İttihatçılık senaryoları hiç vizyondan kaldırılmazken İranlı General Kasım Süleymani’nin Irak’tan sonra Suriye’yi de kolonileştirme harekâtı özenle gözlerden kaçırılıyordu. Bu algı operasyonu sadece Rusya-İran medyasıyla sınırlı kalmıyor aksine Amerika ve Avrupa medyasında daha çok üretiliyor ve daha hızlı devreye sokuluyordu.
Moskova’da imza edilen anlaşma hem Suriye halkı açısından hem de Türkiye açısından ağır bir kayıp, telafisi zor bir geri adım. Rusya ve İran bir taraftan Esed rejimi üzerinden Suriye’deki hegemonyalarını garanti altına aldılar diğer taraftan katliam ve tehcir politikalarıyla demografik ve siyasi süreci muhaliflerin ve Türkiye’nin aleyhine çevirdiler. Peki, bu durum Suriye ve bölge için kalıcı, istikrarlı ve huzurlu bir gelecek mi vaad ediyor? Elbette ki hayır, aksine bu süreç bölgeyi daha kaotik ve bitimsiz bir çatışma sürecine mahkûm etmek üzere elbirliğiyle inşa ediliyor.
Suriye’de Nusra IŞİD’le eşitlenerek ortak düşman ilan ediliyor fakat PKK-PYD’yle mücadele es geçiliyor. İşkence, tehcir, katliam, yağma gibi suçlarla mücehhez İran ve müzahir Şii milislerin ülke dışına çıkarılmasına dair tek kelime edilmiyor. Amerika ve Avrupa’nın oluşumunda büyük pay sahibi oldukları bu tabloya dair tek endişeleri var: Türkiye’nin ekseni kayıyor mu? Rusya-İran bloğu ve muhipleri büyük bir heyecanla büyük Avrasya birliği hayali için gün sayıyor. Suriye ağlıyor, Türkiye’yi mayın tarlasına çevirmek üzere kurulan tuzaklar artıyor lakin ağır zayiatlar olsa da mücadelenin kazanılacağına olan inanç ve azim hala kuvvetli.