Siz bu halka ne yaptınız -1

Orhan Miroğlu

Türkiye’nin ilk hakikat komisyonu olan, Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu’nun Diyarbakır’da gerçekleşen ve iki gün süren sempozyumunda tanıkların ve komisyon üyelerinin yaptığı konuşmalardan sonra aklıma takılan soru bu oldu benim:

12 Eylül’ün generalleri, siz bu halka ne yaptınız?

O cezaevinde altı yılı aşkın bir zaman kaldım, o şiddet mekânının hem tanığı hem mağduruyum.

1981 yılında bir grup tutukluyla beraber girdiğim bu cezaevinden, 1988 yılının ocak ayında ve bir akşam vakti tahliye oldum. Ne girerken ne çıkarken nasıl bir yere girdiğimi ve çıktığımı bildim. Girerken gözlerim bağlıydı. Tahliye olduğum gün gözlerim bağlı değildi, ama kurallara uygun olarak bir polis aracına bindirilmek üzere kafamı göğsüme doğru eğmiştim. Yıllar sonra o cezaevi binasını gördüm, birkaç kez önünden geçip gittim, ama geçen hafta sonuna kadar hiç kapısında durup beklememiştim.

Cumartesi günü, Türkiye’nin ilk Adalet ve Hakikat Komisyonu’nun değerli katılımcılarıyla, mağdurlar ve mağdur yakınlarıyla Diyarbakır Cezaevi’nin önüne karanfil bırakıp, burada hayatını kaybedenleri saygıyla andık.

Böylece, cezaevi binasını, dışarıdan da olsa, ilk kez ve otuz yıl sonra görme fırsatım oldu.

Tahliye olurdunuz, ama Türk filmlerindeki cezaevinden tahliye sahnelerine benzer şekilde, giriş kapısını nöbetçi askerin usulca açtığı cezaevi kapısından geçip, öyle elinizi kolunuzu sallayarak çıkamıyordunuz buradan.

Tahliye olanlar, başka bir suçlarının olup olmadığını araştırmak için polis merkezine götürülür, orada günlerce tutulurdu

Bu cezaevini konuşmak, bu cezaevinde yapılanlarla yüzleşmek, aslında Kürt sorunuyla yüzleşmek ve geleceği konuşmaktır.

Bugün mağdurların anlatımından aklımda kalanları yazacağım. Sonraki yazılarda, Türkiye’nin ilk Adalet ve Hakikat Komisyonu’nun yaptığı çalışmaları ve hazırladığı ön-rapordaki araştırma sonuçlarına değineceğim.

Sevgili Şebnem Korur Fincancı ve Sevgili Murat Paker’in bu rapor bağlamında sempozyumda verdikleri bilgiler Diyarbakır Cezaevi gerçeğiyle yüzleşmek için nasıl bir yoldan yürümemiz gerektiğini açıkça ortaya koyuyordu.

Cezaevinden 5.000 kişinin geçtiği tahmin ediliyor. Araştırma raporuna göre bu insanların yaklaşık yüzde 10’yla görüşülmüş. Çarpıcı ve insanı sarsan sonuçlar söz konusu. Türkiye’nin bu sonuçları bilmesi ve konuşması lazım.

Bu sonuçlar, düşündüğümüz gibi, faillerin sadece askerlerden ibaret olmadığını, sivillerin, yargıçların ve sağlık alanında görev yapanların da, belli bir işbirliği içinde olduklarını gösteriyor.

Mağdurların bu sempozyumda paylaştığı tanıklıklar sistemin nasıl işlediğini anlamamız için son derece önemli.

İşte bu tanıklıklardan bazıları.

***


Mustafa Yavuz
: Esas duruşta uyurduk, Aradan otuz yıl geçti. Sabahları uyandığımda hâlâ esas duruşta uyandığımı görüyorum. O cezaevinde ölümü denedim olmadı. Yaşama korkusu ölüm korkusundan büyüktü. Ben hayatımda ilk kez ve burada ölmeme korkusunun, ölüm korkusundan büyük olduğunu gördüm ve yaşadım. Bir baba ve üç kardeş olarak girdik bu cezaevine, bir kardeşimizi, Mehmet Emin Yavuz’u kaybettik.


Serdıl Büyükkaya
(Necmettin Büyükkaya’nın kızı, babası işkenceyle 1984 ocağında bu cezaevinde öldürüldüğünde, Serdıl o yıllarda çocuk yaştaydı.): Burada sanki hâlâ bitmemiş bir yas var.. Ve ben hâlâ içimde büyümeden kalan o küçük kızı hatırlıyorum. Bir görüş gününde bizi içeri aldılar. Yüzünüzü duvara dönün dediler. Anneannem bana kızım dön de bak bakalım dedi, ne oluyor? Küçüktüm, döndüğümü fark etmediler, dönüp baktım.. Bir cezaevi aracından elleri ve ayakları kelepçeli insanlar indiriliyordu. O anda aklıma seyrettiğim ve köleleri anlatan diziler geldi. O dizilerdeki insanlar siyahtı, ama bu gördüğüm insanların rengi beyazdı.. Beyaz köleler gibiydiler.. Bir gün açık bir görüş gününde babama sarıldım. Kulaklarıma şöyle fısıldadı babam: Annene söyle, burada şartlar çok kötü.. O görüş günlerinde gördüğüm insanlar parlak yeşil gözlü insanlar gibi görünüyorlardı bana. Kafaları tıraşlıydı.. Yeşil yeşil bize bakıyorlardı.. Bize bakıyorlar ve gözleri nemleniyordu bizi gördüklerinde. 41 yaşındaydı babam, Yüzbaşı Abdullah Kahraman ve Ali Osman adındaki bir subayın yaptığı işkence sonucu hayatını kaybetti. Beyninde tümör var diye rapor tuttular.

Bütün bu yaşananları nasıl hissetmeliyim diye soruyorum kendime..Affetmek diyorum,, ama affedeceğim kimse yok ortada.. Hoş benden özür dileyen de yok.


Serap Mutlu Doğan
(Mazlum Doğan’ın ablası. Mazlum Doğan 21 Mart 1982 günü, kaldığı hücrede kendini astı.): Mazlum’un parmakları kalmamış, çukurlaşmıştı. Acaba fareler mi yemişti parmaklarını, yoksa elektrikle mi yakılmıştı, bilemedik.


Mehdiye Özhan Özbay
(Kadınlar koğuşunda yaşananları anlattı Mehdiye.): Çocuklar vardı bu koğuşta. Hüsniye Killi’nin kızı Helin, 2,5 yaşındaydı. Sonra Recep vardı. O da 2,5 yaşındaydı. Biz Reco derdik. Reco toplu dayak sırasında annesini gardiyanlar dövmesin diye, gardiyanların bacaklarına sarılırdı. Bir gece Reco’nun feryadıyla uyandık. Fareler elini ısırmıştı. Aramızda yetmiş yaşında kadınlar vardı. Türkçe bilmiyorlardı. Bu yaşlı kadınları havalandırmaya çıkarır, onları zorla “biz Atatürk kadınlarıyız” diye bağırtırlardı.

***

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Vedat Ahsen Coşar, açış konuşmasında “Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar Türkiye Cumhuriyetinin ve bizim utancımızdır” dedi. Sayın Coşar çok haklı.

Türkiye halkı bu utancı yılar önce hissedebilseydi, tarih başka türlü yaşanacak ve başka türlü de yazılacaktı.

Önce bu utancı hissetmek ve sonra da hep beraber sormak lazım şimdi:

Siz bu halka ne yaptınız?

orhanmir@hotmail.com

TARAF