secakirgil@yahoo.com
Tayyîb Erdoğan’ın Viyana’da, 27 Şubat günü ‘Medeniyetler İttifakı Forumu’nda yaptığı konuşmada ’Tıpkı sionizm gibi, tıpkı anti-semitizm gibi, tıpkı faşizm gibi, İslamofobinin de bir insanlık suçu olarak görülmesi kaçınılmaz hal almıştır’ şeklinde bir ifade kullanması, dünyada derin tartışmaları beraberinde getirdi.. Bu da tabiî idi..
Çünkü, sionizm, 1975’de BM. Genel Kurulu’nda insanlık suçu ve ırkçılık olarak nitelenmişken, 1985’de Amerikan baskısı altında yapılan bir diğer oylama ile, bu nitelemeden temize çıkarıldı ve böylece, uluslararası hukuk açısından, bir suç olarak görülmesi imkanı ortadan kaldırıldı. Buna rağmen, Erdoğan ise, sionizmi, insanlık suçu olarak, ırkçılık olarak değerlendirdiğini belirtmiş oldu. Bu da, hem sionizm ideolojisi temelleri üzerinde vücud bulan İsrail rejimini, hem de Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere, İsrail rejiminin bütün koruyucularını küplere bindirdi. Zira, onlar da biliyorlar ki, uluslararaası hukukun kaynaklarından birisi olan BM. kararları, siyasî liderlerin mesajlarının, fikirlerinin dünya kamuoyunda meydana getirdiği etkiye göre şekillenmekte ve Erdoğan’ın bu görüşünün dünya kamuoyunda, -resmî ifadelerde olmasa bile- hele de müslüman halk kitleleri arasında azımsanmıyacak bir destek bulacağından korkmaktadırlar. Esasen, Erdoğan’ın söz ve hareketlerinin, hele de böyle çıkışlara susamış olan arab toplumlarında daha bir derin etkiler meydana getirdiği bilindiğinden duyulan tedirginlik de daha bir artmakta..
Nitekim, sionist İsrail rejimi başbakanı Binyamin Netanyahu, Erdoğan’ın bu sözlerine sert tepki göstererek, ’Benzerlerinin dünyadan silindiğini düşündüğümüz karanlık ve hakaretâmiz bir ifade’ olarak nitelendirmiş ve ’Türkiye Başbakanı'nın Sionizm'le Nazizm arasında yaptığı kıyaslamayı kınıyorum’ demiş..
Euronews'a röportaj veren İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Peres ise, Erdoğan’ın açıklamaları konusunda, ’Esefle karşılıyorum. Cehaletten kaynaklanıyor. Nefret alevlerini harlayan, tamamen gereksiz ve temelsiz bir açıklama..’ diye konuşmuş..
Erdoğan'ın sözleri, BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry tarafından da eleştiriliyordu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun'un ofisinden yapılan açıklamada, Genel Sekreter'in Erdoğan'ın konuşmasını, ’sorumlu liderlik başlığı altında yapılan bir toplantıda böylesine yaralayıcı ve ayrıştırıcı yorumlar yapılmasını talihsizlik olarak nitelediği’ belirtiliyordu.
Moskova Başhahamı ve Avrupa Hahamlar Kongresi Başkanı Pinchas Goldschmidt ise, ’Erdoğan’ın sionizm eleştirisinin anti-semitizm boyutlarına vardığını, yahudi halkına ve özünde barış olan bir harekete yapılmış cahilce ve nefret dolu bir saldırı olduğunu, bu sözlerin Başbakan Erdoğan’ı, Mahmud Ahmedînejad ve Sovyet liderleri seviyesine indirdiğini’ söylüyordu.
Amerikan Dışbakanı John Kerry, Ankara’ya yaptığı son gezide, Erdoğan’ın siyonizmi insanlık suçu olarak değerlendirmesinden rahatsızlığını açıkça dile getirmiş ve 2 Mart tarihli medyada yer alan haber-yorumlara göre, ’siyonizm’e yönelik sözleri dolayısiyle kendisine Amerikan makamlarınca yapılan eleştiri ve açıklamaları hatırlatıp, ’bu açıklamaların iki müttefikin stratejik işbirliğine ve model ortaklığına yakışmadığını’ söyleyerek, ’Siz, 31 Mayıs 2010'da uluslararası sularda mâsum 9 sivil vatandaşımız öldürüldüğünde bile bu kadar sert açıklama yapmamıştınız.. Ki, ölenlerden biri ABD vatandaşı idi ve o saldırıyı kınamadınız’ demiştir.
Buna mukabil, Kerry'nin ise Ortadoğu Barışı için Obama yönetiminin aktif rol oynamakta kararlı olduğunu belirterek, ’yeni bir inisiyatif başlatırken bu açıklamalar bizim elimizi zayıflatıyor. Türkiye ve İsrail'in ilişkilerinin bozuk olması bu süreci zorlaştırıyor. Bunun normalleşmesi bizim Ortadoğu barışı için inisiyatiflerimizde gücümüzü artırır’ mesajı verdiği bildiriliyor. Hatırlanacağı üzere, Erdoğan’ın sionizm hakkındaki sözleri üzerine,
Beyaz Saray Sözcüsü Tommy Vietor tarafından yapılan açıklamada ’Başbakan Erdoğan’ın sionizmin bir insanlık suçu olduğu yorumunu reddediyoruz. Bu yorum saldırgan ve hatalıdır..’ denilmişti.
*
Sionizm, bilindiği üzere, yahudilerin de dünya üzerinde bir devletlerinin olması gerektiği şeklindeki bir ideolojinin adı olup, bu ismi, Kudüs’deki Sion dağından almış ve yahudilerin (kendi tarihlerinde isimle, exodus dedikleri) ve 2000 yıl öncelerde çıkarıldıkları, sürüldükleri topraklara yeniden döndürülecekleri, o toprakların kendilerine (arz-ı mev’ûd/ va’dedilmiş toprak) olarak verileceği inancı üzerine bina edilmişti. Ancak, asırlar boyu gerçekleşmemiş olan bu inancın, çabucak gerçekleşeceği gibi bir beklenti bizzat yahudilerde de yoktu.
Ama, bugün anlaşılan şekliyle, ilk kez 1890’larda Theodor Herzl’in ’Der Judenstaadt /Yahudi Devleti’ isimli kitabıyla şekillenmeye başlamış ve 1897’de İsviçre-Basel’de toplanan ilk Sionizm Kongresi’nde bir yahudi devletinin kurulmasının kaçınılmaz olduğu şeklinde genel çerçevesi oluşturulan sionizm ideolojisi, 1914-45 arasında yaşanan iki Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı konjonktürel değişimlerin de etkisiyle tasavvur planından çıkıp bir fiilî vakıa haline gelivermişti. Bu sonucun ortaya çıkmasındaki en büyük etken de, muhakkak ki, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesi, topraklarının parça parça edilmesi ve devletsiz ve korumasız kalan müslüman halkların yaşadığı perişanlık süreciydi..
Dahası, Mayıs-1948’de İsrail adıyla bir devletin varlığını dünyaya ilan eden David ben Gurion da, eski bir Osmanlı vatandaşı idi ve dünyadaki emperyalist güçlerin desteğiyle ve siyonist silahlı haydut örgütlerince oluşturulan bu yeni devlet, tabiatiyle, Filistin’in müslüman halkından onbinlercesinin katliâm olunması, milyonların korkutulup ve yerlerinden-yurtlarından kovulması veya esir edilmesi sûretiyle kendisine bir lebensraum/ hayat alanı, açıyordu.
Sionist İsrail rejimi, kendisine hayat veren bu işgal, gasb ve zorbalık siyasetini, -binlerce yıllık vatansız kalmanın acılarını tekrar yaşamamak adına-, 65 yıldır sürdürüyor ve kendisine yapılan itirazlara, ’binlerce yıldır vatansız yaşamanın felaket ve acılarını başkaları değil biz yaşadık..’ diye karşılık veriyor. Halbuki, onların böylesine bir acılı hayat yaşamasında, müslümanların bir dahli yoktu ve tam tersine, hristiyanların inanç gereği düşmanlık beslemek durumunda kaldıkları yahudilere kol-kanat gerenler de sadece müslümanlar oluyordu, asırlardır.. Ama, yahudilere asırlarca en korkunç zulümleri uygulamış olan hristiyan dünyanın büyük devletleri ve güç merkezleri, o, asırlar süren zulümlerini unutturmak adına, İsrail adındaki bu yeni rejimi, müslüman coğrafyalarının en kalbî noktasına bir hançer gibi saplamaya özel bir destek vermişlerdi ve bugün de veriyorlar. O kadar ki, İsrail rejimi, BM. Genel Kurulu’nun aldığı ve kendisinin beğenmediği hiç bir kararı kabul etmiyeceğini taa baştan beri olduğu gibi, bugün de açıkça ifade etmekte, dünya kamuoyuna meydan okumakta ve bütün bunlardan sonra da, kendisinin hâmisi olan -Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere- maddî ve askerî açıdan güçlü bütün ülkeler veya güç merkezleri onu yine de sempati ile karşılamakta, onun her türlü hukuk ve sınır tanımazlığına, İsrail’in yaşama hakkı adına, alkış tutmaktadırlar. Hattâ o kadar ki, İran gibi ülkelerin nükleer teknoloji alanındaki çalışmalarına bile, nükleer silah yapabilecekleri endişesiyle paranoya derecesinde korkularla yaklaşanlar, İsrail rejiminin sahib olduğu artık kesinlik kazanan nükleer silahları konusunda en küçük bir uluslararası kontrol mekanizmasını bile harekete geçirtmemek için direnmekteler.. nitekim, Amerikan Başkanı Barack Obama da Milliyet'in Washington temsilcisi’ne verdiği ve 10 Şubat 2013 günü yayınlanan röportajda ’nükleer silahı olan bir İran’ın ağır bedel ödeyeceğini’ söylüyordu. Ama, İsrail’in nükleer silahları sözkonusu olunca, aynı çevrelerin 40 yıldır nasıl direndikleri ve İsrail’in yaşama hakkının vazgeçilmezliğini tekrarladıkları ap-açık ortada..
Halbuki, İsrail rejimi NATO üyesi olmadığı halde, Amerikan Hükûmeti, NATO’nun bütün bilgilerinin ve planlarının İsrail ile paylaşıldığını ve İsrail’le stratejik ittifak ve işbirliğinin hiçbir başka stratejik müttefiklik ile kıyaslanamıyacağını da 1985’lerden beri açıkça ifade etmekte ve İsrail’in korunması için, her türlü savunma sistemleri NATO savunma sisteminin gerekleri adına düzenlenmektedir.
Böyle bir durumda, Tayyîb Erdoğan’ın anti-semitizmi/ yahudi karşıtlığını da insanlık suçu olarak nitelemekle birlikte, onun yanına sionizmi de eklemesi, hele de kapitalist emperyalizm dünyasının karar merkezlerinde derin endişeler meydana getirmiş bulunuyor. Bu da, tabibiatiyle, Erdoğan’a ve onun gibi düşünenlere bedel ödetmek veya bir ders vermek gibi düşünceleri de daha bir azgınlaştırabilecektir.
*
Elbette, yahudilerin de yeryüzünde bir vatanlarının olması insanî bir taleb olarak kabul edilebilir, edilmelidir. Esasen, başlangıçta, Orta Afrika ve Güney Amerika’daki bazı gayri-meskûn, boş coğrafyalar da gözönünde bulundurulmuş ve hattâ ’Kıbrıs adası keşke boş olsaydı..’ diye düşünülmüştür. Keza, yahudilere inançları gereği asırlarca büyük acılar çektirmiş olan hristiyan toplumların yaşadığı bilhassa Avrupa ülkelerinde, müsaid yerlerde bir coğrafyanın vatan olarak tahsis edilmesi de gündeme gelmişti.
Ama, yahudilere asırlarca en büyük zulmü yapmış olan hristiyan ülke ve halkların, onlara kendi egemenlik alanlarındaki topraklardan bir yer tahsis etmek yerine; onları, yahudilere asırlarca kol-kanat germiş olan müslüman halkların kalbi durumundaki Filistin’e yönlendirmeleri ve uluslararası dayatmalarla yerleştirmeleri, problemin kanlı bir mücadele şeklinde sürmesinin asıl sebebidir.
Bu açıdan, Tayyîb Erdoğan’ın sionizmi, insanlık suçu ve ırkçılık olarak nitelemesi, yahudilerin bir ülke sahibi olmasına değil, o ideolojinin başka halklar için bir cinayet mekanizması haline getirilmiş olmasına bir itiraz olarak anlaşılmalıdır, herhalde.. Çünkü, bugünkü şekliyle, bir başka halkı ezerek, yokederek, onların yerlerini-yurtlarını zorbalıkla, silahla işgal ve gasb ederek bir sion/ yahudi vatanı oluşturma dâvâsının adı olan sionizm, gerçekten de, bir insanlık suçu haline dönüşmüştür.
*
Temelleri, Temmuz-1923’de imzalanan Lozan Andlaşması’yla atılan kemalist-laik T.C. rejimi, Osmanlı döneminde asırlarca birlikte yaşadığı halklar ve onların coğrafyalarındaki ortak hukuku yok sayarak, -Osmanlı’nın hele de son 100 yılında içine düşülen- Garb / Batı cenderesinin içinde daha bir iflah olmaz şekilde yerini aldıktan ve bilhassa da İsrail rejiminin kurulduğunun ilan edildiği 1948’den beri, devamlı olarak İsrail rejiminin bölgedeki en büyük koruyucularından birisi olmak gibi bir rol üstlenmiş ve bu yüzden diğer bütün müslüman halkların nefretini kazanmıştı.
Şimdilerde, bu durumun tersine çevrilebileceğinin işaretleri geliştirilmek isteniyor gibi.. Nitekim, İsviçre- Davos’da, Şubat-2009 başında, Tayyîb Erdoğan’ın İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Perez’e, bütün dünyada heyecan meydana getiren ’One minute!.’ diye başlayan ve diplomatik teamüllerin çok ötesindeki çıkışından sonra, iki taraf arasında meydana gelen soğukluk, daha sonra, Gazze ablukasını kırmak için yola çıkan insanî yardım gemisi Mavi Marmara’ya İsrail rejimi güçlerinin uluslararası sularda saldırıp, T.C. vatandaşı 9 müslümanı katletmesiyle zirveye tırmanmış ve Amerika ve diğer Batı’lı devletler, o hengâmede bile, İsrail’i gözetlemekte daha bir hassaslaşıp, Erdoğan’a teenni tavsiyesinde bulunmuşlar ve İsrail rejimi bu himayeyle daha bir cür’etkârlaşıp, Türkiye’den özür dilemek ve tazminat ödemek gibi taleblere kulaklarını tıkayınca, Erdoğan da, asıl taleblerinin, Gazze ablukasının kaldırılması olduğunu belirtince.. İsrail rejimi, böyle bir talebin kabul edilmesinin, Ortadoğu’nun liderliğini Erdoğan’a sunmak olacağını belirterek saldırgan tavırlarını daha bir tırmandırmış ve bunun üzerine, Türkiye de, siyonist İsrail rejimiyle arasında var olan askerî anlaşmaları askıya almıştır.
Yine de, Türkiye’nin bir NATO ülkesi olması dolayısiyle, İsrail rejiminin bekçiliğini kendisine otomatik olarak en büyük vazife edindiği acı gerçeği de unutulmamalıdır.
Ama, bu durumun artık değişmekte olduğu işaretleri de giderek yoğunlaşmakta.. Hele de, Tayyîb Erdoğan’ın, siyonizmi de insanlık suçu olarak nitelediği son Viyana konuşmasından sonra..
Bu durumu, tabiatiyle, en başta da Amerikan yönetimi büyük bir tedirginlikle izlemekte ve iki stratejik müttefik olarak niteledikleri İsrail rejimi ile Türkiye’nin arasını bulmak istiyor görünümünde, asıl hedefin, İsrail’in korunması olduğunu tekrar gözler önüne sermektedirler. Ama, Amerikan emperyalizmi bunu yaparken bile ikiyüzlü hareket etmekte ve her iki tarafın da kendileri için vazgeçilmez stratejik müttefikler olduğunu tekrarlarken, ’hiçbir stratejik müttefikliğin, kendileri açısından İsrail’le olan stratejik müttefiklik derecesinde olamıyacağı..’ şeklindeki resmî açıklamalarının unutulmuş olabileceğini varsaymaktadır. Açık olan şu ki, İsrail rejimi her ne yaparsa yapsın, her yaptığına dünya çapında himaye kanatı çekeceğinin açık çekini veren Amerikan emperyalizminin bu tavrı sürdükçe, problemin hal yoluna girmesi beklenmemelidir.
Nitekim, Amerikan Dışbakanı John Kerry, Ankara’ya yaptığı son gezide, Erdoğan’ın siyonizmi insanlık suçu olarak değerlendirmesinden rahatsızlığını belirtip, ’yeni bir inisiyatif başlatırken bu açıklamalar bizim elimizi zayıflatıyor. Türkiye ve İsrail'in ilişkilerinin bozuk olması bu süreci zorlaştırıyor. Bunun normalleşmesi bizim Ortadoğu barışı için inisiyatiflerimizde gücümüzü artırır..’ demesi üzerine, Erdoğan da, ’bu açıklamaların iki müttefikin stratejik işbirliğine ve model ortaklığına yakışmadığını’ söyleyerek, ’Siz, 31 Mayıs 2010'da uluslararası sularda mâsum 9 sivil vatandaşımız öldürüldüğünde bile bu kadar sert açıklama yapmamıştınız.. Ki, ölenlerden biri ABD vatandaşı idi ve o saldırıyı kınamadınız’ demiştir.
Tekrar hatırlayalım ki, Kerry'nin gezisi öncesinde, Beyaz Saray Sözcüsü Tommy Vietor tarafından yapılan açıklamada ’Başbakan Erdoğan’ın sionizmin bir insanlık suçu olduğu yorumunu reddediyoruz. Bu yorum saldırgan ve hatalıdır..’ denilmiş ve isminin açıklanmasını istemeyen bir diğer üst dereceli Amerikan yetkilisi de, ’Açık söylemek gerekirse, sionizm’i bir insanlık suçu olarak nitelendirmek fazlasıyla saldırgan bir tavır. İlişkilerimiz üzerinde aşındırıcı bir etkisi var.. Dışişleri Bakanı’nın bunları duymakla ne büyük bir hayal kırıklığına uğradığımız konusunda çok açık olacağına eminim’ demişti.
*
’Affet, ama, unutma!’ çerçevesindeki bir 10 yılı hatırlamak..
Unutulmaması gereken bir diğer nokta ise, B. Amerika’nın yeni Dışbakanı John Kerry’nin Ankara’ya geldiği günü, 1 Mart gününe rastlatması idi..
1 Mart tarihi, Türkiye- Amerika ilişkilerinde önemli bir noktadır.. Ve batı kültüründe, bu gibi konularda tarihî günlerin nasıl takib edildiğine dair yığınla ilginç örnekler vardır. Bu bakımdan, Kerry’nin Türkiye ziyaretini tam da 1 Mart tarihine rastlatması bir tesadüf olarak görülmeyip, görülmek istenen bir hesabın takibçisi olunduğunun işareti olarak da ele alınmalıdır..
Hatırlayalım ki, 1 Mart 2003 tarihinde Türkiye Meclisi’nin aldığı bir karar, Amerika’yı şoke etmiş ve bu durum, 02 Mart 2003 tarihli New York Times’ın başyazısında, ’Affet, ama, unutma!.’ başlıklığıyla ilginç bir şekilde ele alınmıştı. O yazı, aynı zamanda Amerikan emperyalizminin ne kadar hışımlandığını da yansıtıyordu..
Evet, ‘1 Mart Tezkeresi’ diye ün kazanan bir Amerikan dayatmasının T.C. Meclisi’nde reddedilmesi üzerinden 10 yıl geçti.
Türkiye, hele de 2000-2001 yıllarında uğradığı büyük sosyo-ekonomik krizin, buhranın ağır sancıları içinde, çaresizlik içinde 3 Kasım 2002 tarihinde bir genel seçime gitmişti. Bütün partilerin ve siyasî liderlerin çöktüğü bir dönemde ve kitleler, son bir belki umuduyla, Tayyîb Erdoğan’ın şahsını denemek istemiş ve o şartlarda, Tayyîb Erdoğan’ın lideri olduğu ve yeni kurulmuş bir parti olan AK Parti, 3 Kasım 2002 seçimleriyle ülkenin en büyük partisi haline gelmişti. Ama, Tayyîb Erdoğan’a seçilme yasağı getirildiğinden Genel Başkanı olduğu parti seçim kazandığı halde, kendisi Meclis’e girememişti.
Bu yüzden, Başbakanlığa da Abdullah Gül getirilmişti.
Dünya siyaseti ise, hele de o sırada son derece gerilimliydi.
Çünkü, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’yla kendi içinden ağır bir yara almış olan Amerikan emperyalizmi, bir yaralı boğa gibi saldıracak yer arıyor ve zâten bir harabe olan Afganistan’ı daha bir virâneye döndürdükten sonra, Irak’a da saldırmak için bahaneler hazırlıyordu.
Amerikan emperyalizmi, Saddam’ın 35 yıllık kanlı diktatörlüğüyle görülmemiş olan, 1991 Baharı’ndaki I. Körfez Savaşı’ndan kalan hesabı da bu vesileyle kapatmak istiyor ve Irak’ın nükleer ve diğer kitle imha silahlarına sahib olduğu üzerine -düzmece olduğu sonradan anlaşılan- dehşet verici belgelerle, G. W. Bush yönetimi, Irak- Baas rejimini ve Saddam diktatörlüğünü devirmeye karar vermiş gözüküyordu.
Bu arada, Amerikan ordusunun Irak’a, Türkiye üzerinden geçmesi de planlanmıştı.
Bu hususta, 3 Kasım 2002 seçimleri öncesindeki ve Ecevit başkanlığındaki hükûmet, Amerika’ya gerekli iznin verileceğini bildirmiş ve Genelkurmay tarafından da 100 sahifelik bir işbirliği anlaşmasının tasarısı paraf edilmişti.
Ancak, yeni hükûmet bu hususta hem tecrübesizdi, hem de müslüman coğrafyalarındaki halkların kendisine beslediği umut ve beklentilerinin baskısı altında idi..
Hatırlayalım, o günlerde, (adı, sanırım, Mr.Pearson olan) Amerikan b.elçisi ile AK Parti Genel Başkanı Erdoğan arasında bir polemik yaşanmıştı.
Amerikan B.Elçisi, Amerikan güçlerinin Irak’a, Türkiye üzerinden geçmesine izin verecek olan Meclis kararı için, Meclis’te bir an önce oylama yapılmasını istiyor; buna karşı Amerikan Kongresi’nin alması gereken mukabil kararlar sorulduğunda ise, Amerikan Kongresi’nin yavaş çalıştığına değiniliyor ve Amerikan Başkanı’nın sözlerinin esas alınması isteniyordu.
Erdoğan ise, ’Türkiye Meclisi’ni boyacı küpü mü sanıyorsunuz?’ diyor; T. Özal döneminde, 1991 Baharı’nda Irak ile Amerika arasında meydana gelen I. Körfez Savaşı sırasında Türkiye’ye va’dolunan hiç bir avantajın yerine getirilmediğini; ’bir koyup beş alacağız..’ diyen Özal’ın sonra nasıl hayal kırıklığına sevkedildiğini hatırlatıyordu.
O tartışmalı şartlar altında Meclis’te yapılan oylamada, kılpayı bir oylama ile, Amerika’ya ’Hayır!.’ denilmiş, dünya şoke olmuştu, âdetâ..
Demirel ve Ecevit, Abdullah Gül hükûmeti’nin derhal istifa etmesi gerektiğini, büyük devletlerle oynamanın ağır bedelinin olacağını, verilen sözlerin yerine getirilmesinin devletin devamlılığı açısından gerekliliğini belirtiyorlardı, tecrübeli ve büyük devlet adamları olarak..
Tayyîb Erdoğan ise, bu tezkerenin Meclis’ten kabul oyuyla geçmesi için, son âna kadar, elinden geleni yapmış gibi bir görüntü vermişti, ama, sonuç öyle çıkınca da, ’Meclis’lerde olurdu böyle şeyler..’ diyordu.
Ama, Amerikalılar, iyi bir teşkilatçı olduğuna inandıkları Erdoğan’ın, bu tezkerenin geçmesine tarafdar gibi gözükerek, ama, Meclis’de iyi planlanmış hassas bir oylama ve ince ayarla kılpayı reddedilmesini planladığına inanıyorlardı.
Ama, o günkü şartlarda, Türkiye’yle de sürtüşmeye girmemek için, durumu geçiştirmeye karar vermişti, USA emperyalizmi..
Bunun için de, USA emperyalizminin en etkili duyuru kulesi durumundaki NYT gazetesi, başyazısında, ’Affet, ama, unutma!.’ diyordu, William Safir imzalı başyazısında..
Sonraki gelişmeler de bu çizgi içinde gelişti.
Amerika, Irak’ı işgal etti.. PKK, Irak içindeki Kandil Dağları’na yerleşti. Amerika’nın Irak’da kendi iradesine göre oluşturduğu yeni hükûmetler, Türkiye’nin, Kandil Dağı’ndaki oluşumla ilgili itirazlarına, ’Orası bizim kontrolümüzde değil..’ diye açıklamada bulunuyorlardı.
Kandil hâlâ da, o planlara uygun şekilde kendisine verilen rolleri ifa etmekte ve Amerikan emperyalizminin Ortadoğu dengeleri hesabında bir baskı odağı, ya da satrançta kullanılan piyonlardan birisi olarak korunmakta..
Türkiye’yi hem NATO’daki bir müttefiki olarak koruyormuş gibi bir havada, hem de, onun başını ağrıtacak yeni senaryolar için ileri sürmek istemekte..
Ama, her gelişmeye Amerika da hâkim olamıyor veya yeni oluşumlar içinden de kendi stratejilerine uygun yeni düzenlemeler için yol buluyor.
Meselâ, İran, Amerika ile 35 yıldır kavgalı olduğu halde, Saddam’ın devrilmesini takiben, kendi idesine uygun şekilde oluşan yeni Irak rejiminin, en çok da İran’la yakın temas ve dayanışma içine girmesine ya engel olamadı; ya da, muhtelif hesablarla gözyumdu. Kezâ, Suriye’deki Baasçı -Esed rejiminin rejiminin devrilmesine yeşil ışık yakmayıp, hattâ, İran ve Irak’ın Esed rejimini vargücüyle desteklemesine sesini çıkarmamakta; ve bu buhran sebebiyle, Türkiye’nin Suriye’den ayrı olarak İran ve Irak’la münasebetinin gerginleşmesini sağlıyacak gelişmelere de zımnen gözyummakta..
Tabiatiyle, Amerikan emperyalizmi de her şeyi planlayamıyor, herşeye gücü yetmiyor. ‘Kaderin üstünde de bir kader vardır..’
Ve bu gelişmeler içinde, İran, Irak ve Suriye rejimleriyle karşı karşıya gelmiş bulunan Irak Kürdistanın’daki bölgesel hükûmet de kendisini tehlikeli bir kuşatmayla karşı karşıya hissedince, Türkiye’ye yaklaşmış bulunuyor.
Türkiye de, mütekabilen, birkaç sene öncesinde düşünülmesi bile hayal edilemiyecek bir şekilde, Mes’ûd Barzanî’yi AK Parti’nin büyük kongresine bile, Muhammed Mursî ile birlikte şeref misafiri olarak davet ediyor. Ve arkasından da, Barzanî’nin kürd halkı üzerindeki azımsanamıyacak gücünün etkisi devreye giriyor, BDP’den Leylâ Zana, Erdoğan’ın kürd mes’elesini çözecek birisi olduğuna inandığını, o çözemezse, başkasının çözmesinin daha da imkansız hale gelebileceğine dair sözleri söyleyebiliyor ve açıklamalara önceleri dudak kıvıran BDP ve PKK çevreleri de, şimdilerde aynı noktaya gelmiş gözüküyor. Nitekim, şimdilerde, PKK’nın, Türkiye ile silahlı mücadeleden, itibarını, fazla zedelemeden nasıl el çekebileceğinin arayışı merhalesine geçilmiş bulunuluyor.
Ancak, bu çabaların başta İsrail ve Amerikan emperyalizmi olmak üzere, bölge üzerinde hesabı, planı ve tamahı olan bütün güç merkezlerince kendi istedikleri şekilde yönlendirilmeye ve bunun için beklenmedik manipulasyonlara başvurulabileceği unutulmamalıdır.
Nitekim, Irak Kürdistanı’ndaki bölgesel hükûmetle Türkiye’nin dayanışması ve de ticareti arttıkça, bu durumdan en başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, pek çok güç odaklarının bundan rahatsız olacağının belirtileri ortada.. Ki, USA emperyalizmi, Türkiye’yi, Barzanî’ye ilişkilerinde temkinli olması konusunda uyardığı biliniyor. Ama, hem Türkiye ve hem de Barzanî geldikleri yeni mevzilerden âzamî faydayı sağlamaya kararlı gözüküyorlar.
Ama, bu durum, Amerika’yı derinden tedirgin ediyor.
Çünkü, Irak derin çalkantılar içinde..
Amerikan işgal ve müdahalesinin travması hâlâ da atlatılabilmiş değil.. Nitekim, son zamanlarda, Irak içindeki çeşitli güç gruplarınca iç itirazlar yükselmeye başladı.
Bu arada, kuzeyde, Irak Kürdistanı’ndaki mahallî hükûmet de, uluslararası planda giderek daha bir müstakil/ bağımsız hale geliyor gibi.. Bağdad’daki merkezî hükûmete, Mâlikî Hükûmeti’ne karşı da giderek daha bir tavır koymaya çalışıyor.
Böyle bir durumda, Amerikan emperyalizmi, Türkiye’nin Barzanî’yle sınırlı ticaretine tamamiyle karşı çıkmıyor. Ancak, Kuzey Irak’daki büyük enerji yataklarının Mâlikî Hükûmeti’nden ayrı olarak, Barzanî Hükûmeti’nce işletilmesi konusunda, Türkiye ile Barzanî arasında giderek güçlenen enerji işbirliğinin, Amerika’yı rahatsız ettiği, ve Barzanî’nin güçlenmesinin, Irak’ı bölünmeye götüreceği korkusu bizzat Amerikan makamlarınca ve medyasınca gündeme getiriliyor.
Türkiye ise, tam tersini savunuyor. ‘Bağdat tarafından bu kadar sıkıştırılan kürdlere yardımcı olunmazsa, anayasanın onlara verdiği hakların korunmasına Türkiye yardım etmezse, Irak parçalanacak..’ diyor. Türkiye de Irak’ın parçalanmamasını istiyor, Amerika da..
Ancak iki tarafın yöntemleri farklı. Amerika, Türkiye ile Barzanî’nin enerji konularında işbirliklerinin Irak’ın parçalanmasına sebeb olabileceğini söylüyor. Türkiye ise, tam tersini savunuyor. ‘Bağdad tarafından bu kadar sıkıştırılan kürdlere yardımcı olunmazsa, anayasanın onlara verdiği hakların korunmasına Türkiye yardım etmezse, Irak parçalanacak’ diyor.
Kerry’nin Başbakan Erdoğan’la görüşmesinde bu konunun da ele alınmamış olduğu düşünülemez.
Bu vesileyle, Obama’nın 10 Şubat günü Milliyet’te yayınlanan röportajında cevabını vermediği bazı sualleri burada hatırlatarak, Ortadoğu’yla ilgili konularda ne gibi planlar olabileceğinin ipuçlarını elde edebiliriz. Çünkü, Obama’nın cevabını vermediği, suskunluğu tercih ettiği sorular daha önemli..
İşte o sorular:
- Ankara'nın Kuzey Irak yönetimi ile ekonomik ve politik bağları sağlamlaşırken Bağdat yönetimi ile ilişkileri gittikçe zayıflıyor. Bu yeni tablo ve Kürt petrolünün dünyaya Türkiye üzerinden dağıtılması üzerine düşünceleriniz neler?
- Türkiye ve ABD'nin, İsrail'in kasım ayında Gazze'ye düzenlediği son saldırısı (Savunma Sütunu Operasyonu) konusunda temel görüş ayrılıkları vardı. Başbakan Erdoğan İsrail'i terör devleti olmakla suçlarken, siz operasyonu nefsi müdafaa olarak savundunuz.
Bu fikir ayrılığı Türk-ABD ilişkilerinde hasara neden oldu mu?
- Başbakan Erdoğan bir TV röportajında, Türkiye'nin AB'ye alternatif olarak Şanghay Beşlisi'ne katılmayı değerlendirdiğini söyledi. Bu Türkiye için, özellikle ABD ile ilişkileri açısından bakıldığında gerçekleştirilebilir bir seçenek mi?
- 1915 olaylarının 100'üncü yıldönümü yaklaşıyor. Ermeni Soykırımı'nı tanıyan bir kararı desteklemeyi ya da 2008 seçim kampanyanızda söz verdiğiniz gibi soykırımı tanımayı planlıyor musunuz?
*
Evet, cevabı suskunlukla verilmiş olan bu sualler bile, Ortadoğu’nun yarınlarında, ne gibi gizli planların olduğunun ipuçları elde edilebilir.
Tekrar edelim ki, Ortadoğu bölgesinde yığınla başta sionist İsrail ve Amerikan emperyalizmi ve Rusya olmak üzere, bütün devletlerin ve güç odaklarının bağımsız ve oyunları, plan ve hesabları vardır ve yarınların neler getireceğini, yaşayanlar görecektir. Tahminleri, mutlaka olacakmış gibi aktarmak, iddia sahiblerini gülünç duruma düşürmekten başka bir netice vermeyebilir.