Taha Kılınç / Yeni Şafak
Madalyonun öbür yüzü
Konferanslarda en çok karşılaştığım sorulardan biri şudur: “İsrail, bunca askerî gücüne ve uluslararası desteğine rağmen, Mescid-i Aksâ’yı neden yerle bir etmiyor? İslâm dünyası da cılız bir kınamadan öteye geçecek durumda değilken üstelik…” Sorunun alt metninde, İsrail’i “istediğini istediği şekilde yapan”, “durdurula-mayan” ve “sınır çizilemeyen” bir güç olarak tasavvur etme alışkanlığı yatıyor. İsrail’in kayda değer bir istihbarat ve saldırı kabiliyetinin bulunduğu doğru. Ama karşımızda “her şeye kâdir” bir gulyabani yok. İsrail’in hem kendi iç bariyerleri hem de onu dışarıdan kuşatıp sınırlayan haricî şartlar var. Her ülke gibi.
1967’de Siyonistler Kudüs’ü ve Mescid-i Aksâ’yı işgal ettikleri zaman, ordu radyosundan yapılan ilk anonslarda “Tapınak Tepesi artık bizim elimizde!” vurgusu çok baskındı. Kudüs’ün Müslüman halkı, Aksâ’nın kaderine dair endişe ve merak içindeydi. Ancak ilginç bir sürpriz yaşandı: İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan, Yahudi kamuoyunun protestolarına rağmen, Mescid-i Aksâ’nın kontrolünün Müslümanlara bırakılacağını duyurdu.
İşgalle birlikte Kubbetu’s-Sahra’nın tepesine dikilen İsrail bayrağının indirilmesi emrini vermekle işe başlayan Dayan, ardından Mescid-i Aksâ’nın kuzey tarafına konuşlandırılan İsrail askerlerini geri çekti. Kudüs Bölge Komutanı Uzi Narkis’in şiddetli itirazlarına rağmen kararından vazgeçmeyen Dayan, basit bir mantıkla hareket ediyordu: Dünyanın gözünde, İsrail’i “işgalci” bir devlet olarak göstermemek. Kudüs’te gerçekleştirilen askerî operasyon kelimenin tam manasıyla bir “işgal” olsa da, Siyonist liderlerin iddia ettikleri tek hedef, “mahrum bırakıldıkları doğal hakları” Ağlama Duvarı’na kavuşmaktı. Nitekim Dayan, İsrail basınına yaptığı açıklamada şunları söyleyecekti: “En kutsal mekânımıza geri döndük, buradan bir daha asla ayrılmayacağız. Biz başkalarının dinî mekânlarına el koymaya veya onları oralardan men etmeye gelmedik. Aksine, biz şehrin uyum içinde olmasını ve bütün unsurların kardeşçe yaşamasını istiyoruz.”
(Ne var ki, sonraki süreç, Dayan’ın başlangıçtaki bu sözleriyle İsrail işgal yönetiminin uygulamaları arasındaki çelişkileri defaatle ve açık biçimde ortaya koyacaktı.)
Moşe Dayan, işgali takip eden günlerde Kudüs Evkâf yetkilileriyle bir araya gelerek, onlarla kutsal şehrin ve Mescid-i Aksâ’nın Müslümanlar açısından taşıdığı ehemmiyeti müzakere etti. Müslüman liderlerden aldığı tavsiye doğrultusunda, Yahudilerin Mescid-i Aksâ alanında ibadet etmesini yasaklayan Dayan, Yahudi ve Hristiyanların Aksâ’yı ziyaretlerinin ise güvence altına alındığını duyurdu. Yahudiliği “kültürel” ve “siyasî” bağlamda bir kimlik olarak algılayan Dayan için, Mescid-i Aksâ sahası Yahudiler açısından sadece “tarihî” bir değer taşıyordu. Dayan’ın seküler kimliği, Aksâ konusunda Müslümanlar lehine karar vermesini kolaylaştıran etkenlerin başında geliyordu. İlginç olan ise, hiç azımsanmayacak sayıda Yahudi din adamının da Mescid-i Aksâ alanının Yahudilerce ibadet için kullanılmasını “haram” saymasıydı. Onlara göre, Süleyman Tapınağı inşa edilinceye kadar, Mescid-i Aksâ sahası “temiz” değildi ve orada ibadet edilemezdi. Böylece Dayan, Kudüs’ün dinî dengelerini seküler mantıkla korumaya çalışırken, dindar Yahudilerden sürpriz bir destek de kazanıyordu.
1967’den günümüze Kudüs’ü şehirdeki Yahudi varlığı bağlamında okurken, yarım asrı çoktan deviren işgal süreci boyunca, İsrail’in elde ettiği şeylerin aslında son derece sınırlı olduğunu gözden kaçırabiliyoruz. İşgalin ortaya çıkardığı dramatik ve travmatik tablo, işgalcinin psikolojisindeki çöküşü ve saflarının giderek dağılmakta olduğu gerçeğini görmeyi engelleyebiliyor. Onca savaşa, saldırıya ve gözdağına rağmen, işgal edilmiş topraklardaki Filistinli nüfusu yıldırım hızıyla artıyor. İsrail’de sekülerliğin yaygınlaşmasına paralel olarak hem demografik göstergeler negatif bir seyir izliyor hem de işgalin Yahudiliğin temel metinleriyle bağlantıları giderek zayıflıyor. Son Gazze soykırımı vesilesiyle dünyanın dört bir yanında yükselişe geçen Yahudi karşıtlığını ve her alanda Siyonizm’in karşı karşıya kaldığı dışlanmayı da hesaba kattığımızda, resmî ömrü bir asrı çoktan aşan kadîm Filistin topraklarını işgal projesinin iflasa sürüklendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Filistin’e sürekli Müslümanların kayıpları açısından değil de Yahudilerin ve Siyonizm’in kaybettikleri üzerinden bakmayı deneyin, bambaşka bir manzara göreceksiniz.