Doç. Dr. Serhan Afacan / AA Analiz
Filistin-İsrail müzakereleri yahut İsrail’in "kolonyal kördüğümü"
Doğrudan Filistin ile İsrail arasında imzalanan ilk ve en önemli "barış" anlaşması niteliğini taşıyan Oslo Süreci’ni yürüten Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) ana aktörlerinden ve anlaşmanın imzacılarından biri olan, Filistin’in Ebu Mazin lakaplı mevcut Devlet Başkanı Mahmud Abbas, sürece tanıklığını kayda geçirmek için 1994’te kaleme aldığı Oslo Yolu adlı kitabına şu sorgulamalarla başlar:
"Heyetimiz, Majesteleri Kral 2. Hasan’ın Filistin liderliğinin hizmetine sunduğu özel uçağıyla 12 Eylül 1993 Pazar günü Washington’a gitmek üzere Tunus’tan ayrıldı. 10,5 saat boyunca çoğunlukla tek başıma, 30 yıllık mücadelemizi, neredeyse yarım asrı bulan kaybımızı ve vatan dışına sığınışımızı gözden geçirdim. Bu, eve dönüş uçuşu muydu yoksa vatanın büyük bir kısmından vazgeçmeye götürecek bir imza gezisi miydi? Parçası olmadığım bir anlaşmayı neden imzalamaya gidiyordum ki? Acaba burada bizim için bir ev, bir mesken olmayabilir miydi? Yaptıklarımız geleceğin kapısını mı açacak, yoksa yolu mu daraltacaktı? İnsanların haklarını çiğnemiş miydik yoksa onları muhafaza mı ediyorduk?"
Filistin-İsrail ilişkilerini ve 10 yıllardır süregelen sürecin önemli Arap figürlerinin tanıklıklarını inceleyen bir araştırmacı için, Araplar açısından İsrail ile çatışmanın mı yoksa müzakere etmenin mi daha çetin bir şey olduğu sorusunun cevabını vermek oldukça zordur. Zira, Araplar için topraklarının uluslararası bir komplonun sonucu olarak işgal edilmesi de yurtlarından sökülüp atıllmaları da asgari düzeyde haklarını geri kazanmak için onur kırıcı koşulların altına imza atmak durumunda kalmaları da çok yıkıcı duygulardır.
Nitekim, Arap dünyasında 1948’de kuruluşundan itibaren o ya da bu şekilde İsrail ile mücadele edip itibar görmeyen Arap lider olmadığı gibi işgalcilerle müzakere edip geniş halk kesimleri nezdinde saygınlığını koruyabilen bir isim de yok. Bu, Arapların Büyük Felaket’in izlerini kolektif hafızalarında tüm canlılığıyla yaşamaları kadar İsrail’in, her defasında “barış için toprak” ilkesiyle masaya oturan Araplarla imzaladığı anlaşmalara hiçbir zaman saygı duymayıp işgal ve saldırganlığını artırmasından kaynaklanıyor. Hal böyle olunca, kendi insanlarının haklarını muhafaza etmek için pazarlık masasına oturan Arap müzakereciler, istisnasız her seferinde kendilerini onların haklarını ihlal ederken buldular. Zira Abbas’ın kitabının kapanış cümlelerinde söylediği gibi:
"Anlaşmanın bu okuduğunuz maddeleri, bağımsızlığın kazıklarını çaksa da onu inşa etmek için yeterli değildir. Zira sonuçları belirleyen güçler dengesidir ve tüm dünya hukukun üstünlüğünden bahsetse ve hukuka saygı duyduğunu söylese de güç hukuktan daha önemlidir. Dilekler ve umutlar meşru ve gereklidir ama gerçeklik kendini dayatır ve onu değiştirmeye çalışmak hakkımız olsa da önemli olan gerçekliktir."
Ebu Mazin’in Oslo görüşmelerindeki tartışmalı konumu bir yana bugün geldiği yer en hafif tabiriyle hazindir. Ancak yukarıdaki tespitlere katılmamak imkansız. Nitekim o tarihe kadar ve o tarihten sonra İsrail ile yapılan tüm müzakereler, İsrail’in elindeki gücü nasıl etkin ve pervasızca kullandığının kanıtları niteliğindedir. İsrail’in Gazze’de devlet terörü uyguladığı 8 Ekim 2023 sonrasındaki süreçte de bizler ve tüm dünya kamuoyu, bu kanıtların en menfur ve insanlık dışı olanlarına tanıklık ediyoruz. Dahası tüm bu cinayetlerin ve soykırımın en kanlıları, güya İsrail ile Hamas arasında ateşkes müzakereleri devam ederken yaşanıyor. Peki bunca kötü tecrübeden sonra İsrail ile kim, neden müzakere ediyor?
İsrail’e kim "dur" diyecek?
Gazze'ye hakim olan Hamas, zamanında FKÖ’nün düştüğü hataya düşüp İsrail’in karşısına elindeki güçten vazgeçerek çıkmayı reddediyor. Aksi halde Hamas, 1990’ların başında Mahmud Abbas’ın da içinde bulunduğu heyete danışmanlık yapan Camille Mansour’un ifadesiyle İsrail’in mahut politikalarıyla ördüğü “kolonyal kördüğüme” sıkışacak. Bunun sonucunda İsrail, Batı Şeria’nın ardından Gazze'nin de fiili kontrolünü eline alacak. Filistinlilerin ve Filistin'in varlığını kökünden kazıyacak olan bu kördüğümün şimdiye dek İsrailliler için de sürdürülebilir bir güvenlik sağlamadığı görüldü. Ancak, yalnızca İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu gibi kandan beslenen isimlerin değil Tel Aviv yönetiminin de iktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak Filistin'e karşı yaklaşımını değiştirmeye niyeti yok. Nitekim, İsrail’in Gazze'deki temel emeli burayı da her türlü silahlı mukavemetten ''arındırmak'' ve 10 yıllardır yaptığı gibi Batılı uluslararası toplumun önemli bir bölümünü arkasına alarak söylemde Filistinlilere devlet vaat edip fiiliyatta onların yaşam alanlarını daraltma politikasını sürdürmektir. İsrail şimdiye dek bu politikasında büyük oranda başarılı oldu. İçinden geçtiğimiz sürecin varacağı yer, bu durumun devam edip etmeyeceğini belirleyecek. Ne var ki gidişatın Filistinliler açısından çok olumlu seyretmediği görülüyor. Zira güçler dengesi yine İsrail lehine işliyor. Son günlerde, Filistin devletinin tanınması yönünde atılan adımlar da tüm önemine rağmen görünür gelecekte söz konusu dengeyi tek başına değiştirmeye yetmeyecektir.
6 Mayıs’ta Hamas’ın Katar ve Mısır’ın ateşkes teklifini kabul ettiğini duyurması bütün bunları mevcut koşullarda tartışmamızın ana nedenidir. Hamas bu kararını karşılıklı esirlerin salıverilmesi, Filistinlilerin evlerine geri dönüşü, Gazze'nin yeniden inşası, İsrail ordusunun Gazze’den tamamen çekilmesi ve ablukanın kaldırılması gibi oldukça makul ve 42'şer günlük 3 aşamadan oluşan bir plan çerçevesinde hayata geçirilecek koşullara bağladı. İsrail’in bu yaklaşıma yanıtıysa yeni katliamlara girişmek ve Refah’ta sivillerin bulunduğu çadırlara saldırarak içinde bebeklerin de olduğu onlarca masum insanı hunharca öldürmek oldu. Dahası Netanyahu ateşkes teklifi üzerine, Hamas’ın "hayali şartlarını" kabul etmeyeceklerini ve uluslararası baskıya boyun eğmeyeceklerini belirtti ve "zafer bayrağını dalgalandıracaklarını" söyledi. Netanyahu bu cüreti askeri gücünden, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başta gelmek üzere üçüncü ülkelerin desteğinden ve ülke içindeki radikal ve nobran destekçilerinden alıyor. Diğer bir ifadeyle, güç dengesi İsrail’in katliamına devam etmesine imkan sağlıyor. Ez cümle İsrail yakasında değişen bir şey yok.
Son ateşkes teklifi ne ifade ediyor?
Son olarak ABD Başkanı Joe Biden, 31 Mayıs Cuma akşamı yaptığı açıklamada İsrail’in temel savaş hedefini "haklı" bulduğunu belirtti. Ancak Biden "Bu savaşın bitme zamanı geldi." diye konuştu ve "Hamas artık yeni bir 7 Ekim gerçekleştirecek güçte değil" diyerek İsrail tarafından önerildiğinin özellikle altını çizdiği 3 aşamalı yeni bir ateşkes planı paylaştı.
Bu ateşkes göre, ilk 6 haftalık aşamada ateşkes ilan edileceği, İsrail'in kuzey bölgeleri dahil Gazze’deki yerleşim yerlerinden çekileceği, tarafların ellerindeki rehinelerin bir bölümünü serbest bırakacağı ve Gazze Şeridi’ne günlük 600 tır insani yardımın girmesinin sağlanacağı açıklandı. Aynı süreçte, Hamas ve İsrail'in ikinci aşamayı sağlamak için müzakere edecekleri de belirtildi. Çatışmaların kalıcı olarak sonlandırılması yönünde müzakerelerin yürütüleceği ikinci aşamada, erkek askerler dahil kalan tüm canlı rehinelerin serbest bırakılması öngörülüyor. Bu aşamada, şayet müzakereler 6 haftadan uzun sürerse ateşkes hali de uzayacak. Üçüncü aşamada ise Gazze’nin yeniden inşa süreci gündeme gelecek ve taraflar ellerinde kalan ölü rehineleri de teslim edecek.
Gazze’de çatışmanın derhal sonlanması gerektiği aşikar ve Hamas’ın Katar kanalıyla ulaştırılan maddelere sıcak baktığı sinyalini vermesi de olumlu bir gelişme olarak önümüze çıkıyor. Benzer şekilde Biden'ın açık şekilde Netanyahu’ya gönderme yaparak "belirsiz bir topyekun zafer" anlayışı peşinde koşarak süresiz bir savaşa devam etmenin İsrail’i bir yere götürmeyeceğini söylemesi de önem arz ediyor. Ancak Biden’in kırılgan bir ateşkes değil savaşı kalıcı olarak sonlandırma peşinde olduklarını ve bunun "İsrail’in güvenliğini" sağlayacağını, Hamas’ın iktidarda olmayacağı bir Gazze ortaya çıkaracağını ve zemini "siyasi çözüm" için uygun hale getireceğinin vurgulaması burada dikkat edilmesi gereken noktadır. Yani İsrail önümüzdeki aylar ya da yıllarda Gazze sahasında estirdiği terörü diplomatik yollarla Batı başkentlerinde sürdürmenin yollarını arayacaktır. Dahası Hamas, "barış" masasına oturmaya zorlanacak ve özellikle bölgenin Arap devletlerinden FKÖ’nün gördüğüne benzer ve hatta ondan da şiddetli bir baskı görecektir.
İsrail "barış" taraftarı değil
Filistin-İsrail barış görüşmelerinin önemli eşiklerinden biri olan 30 Ekim-1 Kasım 1991’deki Madrid Konferansı’nda dönemin İsrail Başbakanı İzak Şamir, defalarca "barış" kelimesini telaffuz ettiği konuşmasında, İsrailli liderlerin sık sık referansta bulunduğu Yeşaya’ya gönderme yaparak "kılıçları çekiçle dövüp saban yapmaktan" bahsedip barışın mümkün olduğunu savundu. Netanyahu da 2010’da yaptığı bir konuşmada bu referansı tekrarlayarak "Bu arzu her zaman halkımızın kalbinde atmıştır" dedi. Aynı Netanyahu, 3 Kasım’da İsrailli işgal güçlerine yazdığı mektupta yine Yeşaya’ya referansta bulunarak "Biz aydınlığın çocuklarıyız onlarsa karanlığın çocukları" diye yazdı. Netanyahu daha da ileri giderek Yahudi geleneğinde kötülüğün zirvesini temsil eden bir gönderme yaparak "Bu kötülüğü dünyadan tamamen ortadan kaldırmakta kararlıyız. Amalek’in size ne yaptığını hatırlamalısınız, diyor Kutsal Kitabımız. Ve biz hatırlıyoruz" dedi ve saldırıların sonuna dek süreceğini ilan etti.
Gerçekte ise Orta Doğu'yu kendi karanlığına çekmeye çalışan İsrail, sabanları kılıca çevirerek Gazzeli masum sivillerin üstüne bomba yağdırmayı sürdürüyor. İsrail’in şiddet sarmalıyla ördüğü bu kördüğüm, şimdiye dek müzakereyle çözülemedi. Bunun mevcut koşullarda yine aynı yönteme başvurarak başarılabileceği konusunda iyimser olmak için de ortada bir sebep yok. Nihai kertede gerçeklik yine kendisini dayatacaktır. Filistinliler, çok büyük bedeller ödeyerek ellerinden geldiğince gerçekliği değiştirmek için uğraşıyorlar. Önümüzdeki süreçte, Gazze’de ve Batı Şeria’da daha fazla masum kanının akmaması ve İsrail’in yeni katliamlara girişmemesi için bölge devletlerinin, vicdan sahibi uluslararası toplumun İsrail’in sahada ve masada takındığı saldırgan tutuma “dur” demesi ve başka bir gerçekliği dayatması gerekiyor. Aksi takdirde herhangi bir adla İsrail ile yapılacak müzakereler, Filistinlilerin geleceğinin yolunu daraltmaktan başka bir amaca hizmet etmeyecektir.
[Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Leiden Üniversitesi İran Çalışmaları bölümünde tamamlayan Doç. Dr. Serhan Afacan, Marmara Üniversitesi Orta Doğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü öğretim üyesi ve İRAM Başkan Yardımcısıdır.]