Ömer Lekesiz / Yeni Şafak
Ashâbü’l-uhdûd’dan tefekküre açılan kapılar
Ashâbü’l-uhdûd’a dair bilginin vahiy (Büruc suresi) ve Peygamberimiz Aleyhisselam’ın haberi (Tirmizî) olarak gelişini, müfessirler diğer kıssalar için de yaptıkları bir dizi maksada tabi olarak tefsir etmişlerdir.
Örneğin Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944), Te’vîlât’ında şunları söylemiştir:
“Bu haberlerin anlatılmasında, kâfirler indinde Hz. Peygamber’in (a.s.) risâletinin ve nübüvvetinin ortaya konulması ve teyit edilmesi vardır: Belirttiğimiz gibi o bu kabilden bilgi sahibi olan birinin yanına öğrenmek amacıyla gidip gelmemiştir. Allah Teâlâ haberi, tam da kendi kitaplarında olduğu gibi onlara verince kesin anladılar ki Hz. Peygamber (a.s.) bunu ancak Allah Teâlâ’dan öğrenmiştir. Âyette, Hz. Peygamber’in (a.s.) sabra teşvik edilmesi ve işinin hafifletilmesi de vardır. Çünkü Allah Teâlâ bildiriyor ki senin kavmin sana eziyet etmede ve inatla sana karşı direnmede ilk değillerdir. Aksine senden önceki kavimler de aynı şekilde Müslümanlara karşı düşmanlık beslemişler ve onlara işkencede bulunmuşlardır. Bir başka nükte de şudur: Kâfirlerin eziyet ve işkencelerine mâruz kalan müminlerin bu haberlerle bir bakıma teselli bulması söz konusudur.” (Trc.: Mehmet Erdoğan, Ensar Neşriyat, İstanbul 2019)
Bu vb. tefsirlerdeki bilgiler bizler için -ilim ehline itimat esasında- bağlayıcı oldukları kadar, bu bağlayıcılığın sadece mevcut tefsirlerdeki bilgilerle sınırlı olmadığını, yaşayan müminlerin kendi zamanlarının olaylarını adlandırabilmeleri, yorumlayabilmeleri için asli bir kod, arketip olma vasfına da sahiptir.
Nitekim “Şahitlik edenlerle şahitlik edilenlere ant olsun ki…” mealindeki kıssa ayetinde belirlenen şahitlik-meşhutluk ilişkisi, inancımız bakımından bizi bağladığı kadar, hem o şahitliğe hem de şahitlik edilene şahitlik etmemiz cihetinden de
bize yeni tefekkür kapıları açmaktadır.
Şöyle ki konuşan haber veren, dinleyen ise ona ve onun verdiği habere şahit olandır.
Konuşan Allah ve Peygamberi olduğunda Müslümanın şahitliği, kendi zamanında olmuş, olmakta ve olacak olanlara şahitliği bakımından tefekkür planında bir ilk iz oluşturur.
Elbette hiçbir oluşta aynılık söz konusu değildir ancak oluşlar arasında ilk önceki “ilk iz” oluşturduğu için aynı zamanda benzetilen olma vakfını yüklenir.
Müslümanlar da zaten bu sebeple Kur’an ve hadislerden öğrendiklerini dünyevi hiçbir olaya, sosyal ya da teknik bilgiye indirgemezler. Kendi hayatlarındaki şahitlikleri ilkine benzetme yoluyla sonrakileri tanımlamayı ve anlamayı sürüdürler.
Diğer bir söyleyişle Müslümanlar, ilahî bilgide sabitliği, onun kendi hayatlarındaki karşılıklarında ise sürekliliği gözetirler, yani ayet ya da hadis olarak ilahi hakikatleri asli lafız ve manalarında sabit tutarken, onları kendi zamanlarında yormayı ve yorumlamayı sürekli hâle getirirler.
Nitekim Kur’an kıssalarının maksat ve faydalarını on maddede toplayan İbn Aşûr, Tefsire Giriş’inde onuncu madde “Kur’an kıssalarından (…) teşri ve medeniyet tarihiyle ilgili kazanımlar elde edilir” tespitiyle bu hususa işaret etmiştir. (Trc.: Harun Ünal, Ekin Yayınları, İstanbul 2020)
Hal böyle olunca, Siyonist Hırıstiyanlığın Gazze’deki zulmünü ve soykırımını, Ashâbü’l-uhdûd kıssasındakine benzetmemiz doğru olduğu gibi, ilgili kıssayı hatırlatarak, Müslümanları, bugünkü hayatın bedelini ve daha nelere gebe olduğunu düşünmeye teşvik etmemiz de doğrudur.
Bunlarla önceki yazımızın sonunda zikrettiğimiz iki husustan birincisini açıkladığımızı umarak, şimdi “Zû Nüvâs’ın Yahudiliği benimsemesinin ve sebep olduğu olayın, Yahudi bir anneden doğma şartıyla ve dolayısıyla Yahudilerin ‘Seçilmiş kavim’ olmasıyla çelişmesi.” şeklinde ifade ettiğimiz ikinci hususu ele alabiliriz.
Musevî şeriatını MÖ 1200’lü yıllarla tarihlendirirsek, Muhammedî şeriata kadar yaklaşık 1800 yıllık bir aradan söz etmiş oluruz.
Bu arada Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Üzeyir, Hz. İsa vd. peygamberlerin gönderilmeleri, antik Tevrat hükümlerine teşri yönden değil ahlakî yönden bir katkı olduğundan, mezkûr zamandan sonra İslam’ın Hz. İbrahim’in Mezopotamya Akdi’ne (yaklaşık 1600’lü yıllar) tabi olarak müstakil bir şeriat şeklinde çıkışı çok büyük bir iddiayı da beraberinde getirmiştir.
Bu iddia, Hz. İbrahim ile Peygamberimiz Aleyhisselam arasındaki zamanda, insanların Allah’ın dininin uygulamasında neden oldukları tahribatı, efsaneyi, yalanı, inkârı… tümüyle ortadan kaldıran bir iddia olması bakımından öncelikle Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan ayrılmasıyla Ehl-i Kitab’ın akide ve eylemlerini İslam karşısında yeniden kurumlandırmalarına sebep olmuştur.
Nasipse buradan devam edelim inşallah.