Yasin Aktay’ın Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan yazısı (24 Mayıs 2021) şöyle:
İsrail’in Ölümcül Korkusu ve Mukadder Sonu
İsrail’in saldırganlığı ve yayılmacılığı, yeni Yahudi yerleşim yerleri açma uygulamaları, Filistin’deki ihlalleri, Mescid-i Aksa saldırıları onun için istisnai veya vazgeçebileceği uygulamalar değil. Ne yazık ki, sonu bir hezimet olarak biten son saldırılarının neticesinde kabul ettiği ateşkes anlaşması da bundan sonra bu konuda siyasetini değiştirebileceğini göstermiyor. Çünkü İsrail’in bütün bu uygulamaları inandığı Yahudilik yorumunun, siyonizmin farz ettiği uygulamalar.
Biz yine de Yahudiliğin özünü bu yorumundan ayıralım, ama bugün için İsrail devletinin resmi politikası Yahudiliğin bu yorumudur. Bu yoruma katılmayan belli bir Yahudi nüfusu da var ancak ne yazık ki giderek azalmaktadır. İsrail Siyonizm’e, yani başka insanlara nefreti, ırkçılığı gerektiren ve kendilerine kitapta vaat edilmiş olduğuna inandıkları Ziona ulaşmak için gerekirse bütün insanları yok etmeyi, dışlamayı, yerlerinden yurtlarından sürmeyi caiz gören Siyonizm’e inanmayanları Yahudi bile saymayan bir anlayışla yönetiliyor artık. O yüzden ABD’de bu tehlikeli inancı eleştirenler hemen Yahudi düşmanı sayılıp adeta insanlık suçlusu muamelesi görebiliyor.
Oysa bu inancın kendisi insanlığa karşı suç işlemiş oluyor. İnançtır deyip geçiştiremeyeceğiniz tehlikeli bir ideolojidir bu. Irkçılık ve başka inançlara mensup olanlara karşı kin ve nefreti aşılayan bir inancın bugün Ortadoğu’yu, hatta Ortadoğu üzerinden bütün dünyayı nasıl bir istikrarsızlığa sürüklediği ortadadır. Siyonizm’i tam bundan dolayı, canlarını yaktığı için, can havliyle feryat edip eleştirenler bile hemen Yahudi düşmanlığı suçlamasına maruz kalırken, İsrail sokaklarında yapılan sokak röportajlarında genci yaşlısı, kadını erkeği bütün konuşanlar “Müslümanların, Arapların tehlikeli olduklarını ve bir fırsatla yok edilmesi gerektiğini” adeta bir konsensüs ile ifade ediyorlar.
Yani şu bir gerçektir ki, Müslümanlar asla Yahudi düşmanı olmadığı halde, İsrail sokakları Müslüman düşmanlarıyla doludur. Üstelik bu düşmanlığa korkularını bahane ediyorlar. Arap Müslümanların hepsinin terörist olduğunu düşündükleri ve bundan korktukları için çocuğu-yaşlısı fark etmeksizin hepsinin yok edilmesi gerektiğini sırıtarak söylüyorlar. Bu kin-nefret ve korku sarmalının oluşumunun tek sorumlusu elbette İsrail’in devlet politikalarıdır.
Selahaddin Eş Çakırgil son yazısında İsrail’in mutat saldırganlığını sürekli kendini yenileyen bir kültür haline getiren formülü çok çarpıcı bir biçimde ifade etmiş: “‘korktukça öldürüyor ve öldürdükçe korkuyorlar, geriye utançları kalıyor”.
Belki bu formülde artık fazlalık haline gelmiş olan son cümledir: “geriye utançları kalıyor” ifadesi. İsrail’in hiçbir şeyden utandığı yok. Ama korktuğu belli. Korktukça daha fazla öldürüyor. Kendisinden korktuğunu öldürüyor. Onu rahatlıkla öldürebiliyor, asıl kendi ölümcül nefretinden korkması gereken, korkma hakkına daha fazla sahip olan düşmanını öldürüyor.
Filistinlinin İsrail’den korkması için aslında daha gerçek bir neden vardır. Zira karşılaştıklarında hiç de simetrik olmayan güçlerdir bunlar. Bir tarafta sistematik ve kitlesel öldürme canavarına dönüşmüş bir İsrail var. Diğer tarafta mütemadiyen öldürülen, yerinden yurdundan edilen, maddi sefalet içinde yaşamaya mahkûm bırakılan, istediği gibi hareket etme kabiliyetine sahip olamayan, hiçbir insani ihtiyacı karşılanmayan Filistinli. Sadece kendi toprağına tutunmaya çalışan, bunun için direnen ve direnişi bile son derece orantısız bir etkiye yol açabilen Filistinli.
Buna rağmen korkutuyor. Korkutabiliyor. Çünkü İsrail’in şimdiye kadar dayandığı, güvendiği şey neyse kendi kalbinde, kendi ruhunda ve yüreğinde çok karanlık bir boşluk bırakıyor. Bu boşluğa Filistinli çocuğun salladığı taşlar bütün dehşetiyle büyük heyelanlar, depremler bırakıyor. O küçücük çocuklar, kendilerine uygulanan şiddete karşı gülümseyen kız çocuklarının gözleri ölüm makinası İsrail’i daha da korkutuyor, korktukça öldürüyor, öldürdükçe daha fazla korkuyor.
Korku ve İktidar dengesinin özellikle iktidarlarda nasıl bir paranoyaya dönüştüğünü ve bu paranoyanın dönüp kendilerini nasıl vurduğunu Korku ve İktidar isimli kitabımda (Pınar Yayınları, 2010) uzun uzun Türkiye ve dünya tarihinden örneklerle, sosyolojik analizlerle anlatmaya çalışmıştım. Bu korkunun yol açtığı şiddetin en bilinen örneği Firavun’un İsrailoğullarından doğacak ve kendini tehdit edecek bir çocuğa karşı uyguladığı ölümcül tedbirlerdir. Doğan bütün erkek çocuklarını öldürdüğü halde o kavimden bir Musa Allah tarafından usulca Firavun sarayına yerleştirilmiş ve Firavun’un korktuğunu başına getirmişti.
Bugün bu korkuyla yaşayan İsrail devletinin korkusunun başına gelmesi onun kaçınılmaz kaderidir. İsrail bu korkusuyla yakalandığı kısır döngüyle kendi sonundan başkasını hazırlamıyor.
Bakın başka hiçbir vesileyle bir araya gelemeyecek hale gelmiş olan İslam dünyası, hatta “bir dünya” olduğu gerçeğini unutmuş ve gereğini ihmal etmiş bir İslam dünyası tam da İsrail yüzünden, İsrail’in bu saldırganlığı sayesinde “bir dünya” olduğunu hatırlıyorlar. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ramazan’ın son günlerinden itibaren yürüttüğü yoğun diplomatik trafik ve İsrail saldırganlığı yüzünden İslam dünyasının her yanında, hatta ABD ve Avrupa ülkelerinde yapılan tezahüratlar, en azından üzerine ölü toprağı serilmiş İslam dünyasının nabzının tekrar atmaya başladığını gösteriyor. Bu dünyanın dirilmesi de tam da bu zulüm vesilesiyle, bu zulmün gereği olarak mukadderdir. İlahi sünnetin çalışma tarzıdır bu.