Siyonist çete ile "normalleşme" mümkün mü?

Taha Kılınç, Siyonist çete ile normalleşme siyaseti güden Arap rejimlerinin attığı adımları inceliyor.

Taha Kılınç / Yeni Şafak

Normalleşme

ABD basınına da geniş bir biçimde yansıdığı üzere, Suudi Arabistan’la İsrail arasında “tam normalleşme” esasına dayalı kapsamlı bir barış anlaşmasının eli kulağında. Söz konusu anlaşma belki şimdiye kadar çoktan imzalanmış olabilirdi, ancak 7 Ekim’de Hamas tarafından başlatılan Aksâ Tufanı Operasyonu, bu süreci sancı dolu birkaç ay boyunca geciktirdi. Riyad yönetimi, Hamas’a bu yüzden oldukça kızgın. Suudi Arabistan penceresinden bakıldığında, Aksâ Tufanı, “İran’ın kontrolünde hareket eden Hamas’ın Suudi Arabistan’a attığı bir gol” şeklinde okunuyor. Taraflar, zaman zaman yaptıkları açıklamalarla bu okuma biçimini kamuoyu önünde tasdik ediyor üstelik.

Şimdiye kadar, toplamda altı Arap ülkesi İsrail’le resmen barış anlaşması imzaladı: Mısır (1979), Ürdün (1994), Birleşik Arap Emirlikleri (2020), Bahreyn (2020), Sudan (2020) ve Fas (2020). Bu ülkelerden son dördü, dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın ortaya attığı “İbrahim Anlaşmaları” (Abraham Accords) çerçevesinde barış masasına oturdular.

İsrail, Mısır’la işbirliği içinde Gazze dosyasını kotarıyor. Ürdün, İsrail’le imzalanan anlaşma gereği, Mescid-i Aksâ başta olmak üzere Kudüs ve Filistin’deki Müslümanlara ait tarihî ve dinî mekânların hamisi. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn’in İsrail’le yakınlaşması, daha çok ekonomik temelli. Denklemin en garip parçası olan Sudan’ın duruşu, darbeyle işbaşına gelen askerî kadroların güvenlik kaygılarını yansıtıyor. Fas ise, on yıllardır İsrail’le zaten birçok sahada son derece derin ve yakın ilişkiler geliştirmiş bir ülke.

Suudi Arabistan’la İsrail arasında imzalanacak bir barış anlaşması, Suudileri Filistin ve Ortadoğu sahnesinde daha görünür hale getirecek kuşkusuz. Bunun da hem Râmallah / Mahmûd Abbas yönetimi hem Hamas hem İsrail cephesi hem de bölge ülkelerine bakan etkileri olacaktır. Zira Suudilerin elinde sadece muazzam bir maddî güç yok; Riyad’da son birkaç yıldır bütün fiilî kontrolü tekeline alan Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Ortadoğu’da kendisine ve iktidarına karşı hiçbir rakip istemeyecek derecede hırslı bir şahsiyet. Bölgeyi yakından izleyen herkes, “resmî düşman” İran dışında, Suudi Arabistan’ın BAE, Mısır ve Katar’la münasebetlerinin son derece pamuk ipliğine bağlı seyrettiğini görecektir. Keza Ürdün de, Suudi devlet aklı için “devreden çıkarılması gereken” bir aktördür. Filistin’e her anlamda en yakın Arap ülkesi olan Ürdün, bölgesel iştahı kabarmış bir devletin gözünde elbette engel olarak algılanacaktır.

Suudi Arabistan’ın, kendi ajandasını rahatlıkla uygulayabilme noktasında ABD’den yana en büyük beklentisi, kasım ayındaki seçimleri Donald Trump’ın kazanması. Özellikle Trump’ın damadı Jared Kushner’in bölge başkentleri arasında yeniden mekik diplomasisine başlayacağı günlerin hayali kuruluyor. Trump-Kushner ikilisi, Suudi Arabistan’ı tümüyle dünyaya açarak ve birçok “tabu”yu yıkarak ülkeyi tamamen yeniden dizayn etmeye soyunan Riyad’ın yeni siyasî elitlerinin gözünde en makul ve mantıklı çifti oluşturuyor.

Trump ve damadının yeniden Beyaz Saray’ın dümenine geçmesini sabırsızlıkla bekleyen biri daha var: İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu. Gazze’de ateşkes ihtimallerinin önünü tıkayarak meseleyi çözümsüzlüğe sürükleyen Netanyahu, muhtemel bir Trump iktidarında çok daha rahat hareket edebileceğini hesaplıyor.

Trump, birçok konuda “geleneksel Amerikan politikası” olarak dünyaya lanse edilen kaideleri askıya alarak, “sadece kârını düşünen bir tüccar” gibi davranmasıyla biliniyor. Ki bu tavrının en bariz göstergesi, ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçilik misyonunun Kudüs’e taşınmasıydı. Böylece Amerikan yönetimi, Kudüs üzerindeki İsrail işgalini de resmen tanımış oluyordu. Trump daha başka neler yapabilir? Suriye’nin kuzeyinden çekilme kararı alabilir. Ürdün’den vazgeçip onun yerine Suudi Arabistan’ı ikame etmeyi seçebilir. Hamas’ın üst düzey isimlerine nokta atışı suikastlar için yeşil ışık yakabilir. Sadece bu üç ihtimal bile, Ortadoğu’daki bütün dengeleri yerinden oynatabilecek potansiyele sahip.

Körfez Savaşı (1991) başlarken, yerel dengeleri ve ülkesinin çıkarlarını düşünen Ürdün Kralı Hüseyin, ABD ve müttefiklerinin değil Saddam Hüseyin’in tarafını tutmuştu. Kraliçe Nur, Ürdün’ün o günlerde nasıl devre dışı kaldığını ve Kral’ın ne büyük bir psikolojik çöküntüye sürüklendiğini hatıratında uzun uzun anlatır. ABD’nin tamamen kendi normlarına uygun davrandığı bir dönemde yaşanan sarsıntı, Ürdün’de o zaman deprem etkisi meydana getirmişken, bugünkü belirsizlik atmosferi Amman’daki saray koridorlarında endişeli ve gergin toplantılara konu oluyordur muhakkak.

Yorum Analiz Haberleri

Gazze katliamında ABD'nin rolü
Endonezya’da “Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” madde: Filistin davası
"Mustafa Kemal'in askerleri"ne ne zaman dur diyeceğiz?
Gazze katliamı ve Hasbara’nın iflası
Medyadaki ahlaksızlığa neden göz yumuluyor?