Abant'ın 18. toplantısı dün başladı. Bu seneki konunun başlığı "12 Eylül'den AB'ye siyasî partiler". Aslında masaya yatırılacak ana tema "demokratikleşme". Tartışmalar bunun etrafında dönüp dolaşacak. Bundan 5-6 ay önce bu konu tespit edilirken, Türkiye'deki gündemin mevsime uygun 'sıcak' olacağı tahmin ediliyordu.
Bu türden tahminleri yapmak özel yetenek gerektirmez. Çünkü yanı başımızdaki komşumuz İran'da müşahede ettiğimiz gibi, bizim gibi ülkeler modern tarihe dahil oldukları günden başlamak üzere sürekli 'reform' yapma mecburiyeti veya zaruretiyle karşı karşıya bulunuyorlar. Zengin ülkeler (Batı dünyası) refahın sağladığı engin rehavet –belki narkoz demek de mümkün- içinde, oturmuş bir sistemde bir yandan gündelik refahlarını sürdürürken, öte yandan uluslararası statükonun bu mecrada kalmasına çalışıyorlar. Onların refahı, özgürlüğü, zenginliği ve güvenliği uluslararası sistemin bu mecrada kalmasına bağlıdır. Yoksul ülkeler ise reformu konuşmuyorlar. Onlar için temel sorun, bir günü açlıktan ölmeden tamamlamak. Bu ülkeleri de reform ve değişim gibi taleplerden habersiz tutan faktör, yoksulluk ve açlık tehlikesinin salgıladığı narkozdur. Değişim veya reform isteyen bizim gibi ülkeler. Bu açıdan Türkiye, İran ve bu kuşaktaki ülkelerde çalkantılar bitmiyor, talepler en yüksek perdeden dile getiriliyor; toplumsal gruplar birbiriyle çatışıyor, iktidar bir türlü üzerinde konsensüse varılmış kurallara uygun bir biçimde el değiştirmiyor. Belirtmek gerekir ki; değişim ve reform, her zaman buna sahne olacak ülkelerin inisiyatifine bırakılmış da değildir. Osmanlı'da ve 1980'lere kadar Türkiye'yi reform yapmaya 'mecbur' eden düvel-i muazzama, yani Batı dünyası olmuştur. Son 30 senede reform ihtiyacı bir toplumsal talep olarak gündeme gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla reform, dış dinamiklerin etkisinde bir 'mecburiyet'ten çok, dip toplumsal dalganın tazyiki sonucunda bir 'zaruret' şeklinde ortaya çıkmaktadır. Tartışmanın başlığı önemli, hatta bir parça ironik sayılır. Çünkü "12 Eylül'den AB'ye siyasî partiler" dediğimiz zaman, iki noktanın altını çizmiş oluyoruz: İlki, siyasî partiler, sivil ve meşru siyaseti hâlâ "12 Eylül zemini"nde yapmaya çalışmaktadırlar. Diğeri, demokratikleşme süreci ve mücadelesinin yegane referansı hâlâ bizim için "AB üyelik sürecidir". Üyelik sürecinin devamında tabii ki büyük yararlar var; ama AB'nin bizzat kendisinin Türkiye'nin gerçek ihtiyacı olan reformları yapmasını ne kadar samimiyetle istiyor ve bir reform projesini bütünüyle bir dış dinamiğe bağlamak ne kadar sağlıklı, bu önemli bir soru.
Aradan 30 sene geçti, askerî darbeden başka 28 Şubat postmodern darbe süreci yaşandı, 27 Nisan e-muhtırası sistemi tıkamaya teşebbüs etti; buna rağmen siyasî partiler imkânsızı istemeye devam ediyor. Süren darbe zemininde siyaset yapma azminden hiçbir şey kaybetmiyorlar. Bu, sistemin değil, birinci derecede iktidar veya muhalefette olsun, bütün siyasî partilerin içine düştüğü bir garabettir. Her nedense partiler ne bu garabeti kabul etmeye yanaşıyor ne de söz konusu durumun devamından kendilerini sorumlu tutuyorlar.
12 Eylül rejimi, her şeyi devletin uhdesine vermeyi planlamıştı. Darbenin muktedir generaline göre, 1961 Anayasası ile toplum kendisine bol gelen bir elbise içinde oynamaya başlamıştır. Yapılacak şey, özgürlükleri kısmaktır. Darbeciler çoktan çekildi, ama onların tesis ettiği siyasî ve idarî yapı ayakta duruyor. Ne yapmalı? Kalıcı sorumuz bu. Sayın Bülent Arınç, "yeni anayasa" konusundaki limitlere işaret ettikten sonra ordu, yargı, üniversiteler ve medyanın da demokratikleşmesi, sistem içinde fonksiyonlarını yerine getirirlerken "demokratik bir perspektif"e sahip olmaları gerektiğini söyledi. Bu doğru. Genel demokratik perspektif için "yeni ve sivil bir anayasa" gerekmektedir. Herkesin üzerinde ittifak ettiği en önemli konu budur.
cZAMAN