Bugün demokratik dünya, "siyasetin yargısallaşması" gibi ciddi bir sorunla karşı karşıya...
Kastettiğim şey, bizim yıllardır cebelleştiğimiz devlet elitlerinin yüksek yargı yoluyla siyaseti kuşatması olayı değil yalnızca. Bunu aşan bir şeyden söz ediyorum.
Bizdeki uygulama, başlıkta sözünü ettiğim sorunu açıklayabilmek için iyi bir örnek değil. Çünkü bizde yüksek yargı zaten daha baştan devletin ideolojisinin ve temel siyasetlerinin hükümetlere karşı "korunması" amacıyla kurulmuş ve 27 Mayıs darbesinden bu yana da bu görevini başarıyla yürütüyor.
Ama Batı demokrasilerinde, esas olarak devlet iktidarını sınırlamak; bireysel hak ve özgürlükleri devlete karşı korumak amacıyla kurulmuş ve kararlarında en büyük duyarlılığı bu konuda gösteren yüksek yargının ve genel olarak yargının da siyaseti erozyona uğratıcı etkileri gün be gün daha gözle görülür hale geliyor.
Bir başka deyişle, yargı siyasetten "rol çalıyor."
Dikkat edin, Avrupa siyasetinde giderek daha çok meselenin "hukuki bir tartışma" konusu olarak açıldığını göreceksiniz.
Artık kimse, diyelim çocuk çalıştırma meselesini somut koşulların somut tahlili ışığında ve farklı siyasi görüşlerin daha doğruyu bulmak üzere rekabet etmesi temelinde cereyan etmiyor. Çünkü ortada bir yığın uluslararası çocuk sözleşmesi ve çocuk çalıştırmaya ilişkin yasa var. Ortaya atılan fikirler ya bu yasalara uygun oluyor ya da olmuyor. Uygun değilse zaten söylenecek bir şey kalmıyor. Dolayısıyla siyasete de bu alandan çekilmek düşüyor.
Yine artık kimse çevre politikalarını kolay kolay siyasi tartışmaya açamıyor. Zira çevre korumaya ilişkin her konuda uluslararası ya da ulusal yasalar var. Neyin savunulabilir, neyin savunulamaz olduğunu demokratik tartışma değil, bu yasalar belirliyor.
Aynı şekilde, artık neredeyse hiçbir ülkede iş yasaları kolay kolay siyasetin konusu olamıyor. Tek tek ülkeler kendi ekonomik durumlarına göre istihdam politikaları belirleyemiyor. Siyaset bu alandan da kovulmuş durumda. Bu alanı da yasalar ya da uluslararası sözleşmelerle belirlenmiş kurallar şekillendiriyor. Ve bu kurallar herhangi bir hükümetin istihdamı esnekleştirme ya da mülkiyet hakkını başka biçimde yorumlama hakkını yok etmiş durumda.
Bakıyorsunuz, çoktandır sosyal devletin nasıl yorumlanması gerektiğine, hangi vergi politikasının doğru ve adil olduğuna, eğitim sisteminin nasıl olacağına, özelleştirmelerin kamu yararına uygun olup olmadığına, nasıl bir göçmen politikası izleneceğine meclisler değil, idari mahkemeler karar veriyor.
Siyasetin yerini hukukun alması bugün bazı demokratların da çok hoşuna gidiyor. Onlar bunu daha "sağlamcı" bir yol; gerek devletin despotizmine, gerekse siyasetin sapmalarına karşı daha garantili bir yöntem olarak görüyorlar. Hatta bazı arkadaşlar Avrupa müktesebatını toptan alıp Türkiye'ye getirsek, ülkemizin bütün sorunlarının çözüleceğine inanıyor.
Bence bu, demokrasi ve özgürlüklere ancak siyaseti dışlayarak ulaşabileceğimiz kanaatini içeren tehlikeli bir fikir.
Çözmek zorunda olduğumuz sorunların giderek hukuki meseleler haline gelmesi, siyasetin sorun çözme kabiliyetini dumura uğratır. Onu kısırlaştırıp çoraklaştırır.
Siyaset sorun çözerken "iyi", "daha iyi", "kötünün iyisi" gibi kavramlar kullanır; bu temelde uzlaşmalar, ittifaklar yapar; diyelim, kötüden kurtulmak için ehven-i şer'de uzlaşmaya çalışır. Ama hukukçu için "iyi" ya da "kötünün iyisi" gibi kavramlar yoktur. Onun için sadece "hukuki olan" ve "hukuk dışı" olan vardır. Hukuki olanla hukuk dışı olan arasında bir uzlaşma olamayacağı için tartışmaya da oylamaya da -yani siyasete ve demokrasiye de- yer yoktur.
x x x
Bugün bütün bunları bana hatırlatan şey, Danıştay'a giden iki yeni dava oldu.
Bildiğiniz gibi TEKEL işçileri, sonunda 4-C sorununu "Danıştay yoluyla halletme"ye karar verdiler. Dün de Türk Sağlık-Sen'in Sağlık Bakanlığı'nın 2010 yılı hizmet sözleşmelerinde yer alan, "kurumların sözleşmeli memur ihtiyacının ortadan kalkması halinde sözleşmeyi feshetmesine" olanak tanıyan hükmün iptali istemiyle Danıştay'da dava açtığını öğrendik.
Böylece bu iki mesele de artık siyasetin konusu olmaktan çıkmış ve hukukun konusu haline dönüşmüş oldu. Yani tartışma bitti. Bundan böyle bu iki konuda da, Türkiye için neyin iyi olduğundan, ekonomimizin ihtiyacının ne olduğundan, TEKEL işçilerinin çıkarlarıyla toplumun bütününün çıkarlarının nasıl uzlaştırılacağından değil, yasanın neyi vazettiğinden bahsedeceğiz sadece. Tabii o zaman da bütün kavgalar yasaların yorumları üzerinde cereyan edecek. Bu dar alanda sıkışmışlık içinde herkes elinden ne geliyorsa onu yapacak. Bazen yasalara takla attıracak, bazen etrafından dolanmaya çalışacak, bazen takiye yapacak, kısacası hukukun üstüne tepinip duracağız.
Tabii bir de, siyaseti kovup yerine yargıyı koyduğumuz; yargıyı böylesine önemli bir siyasi güç merkezi haline getirdiğimiz için, yüksek yargı üyelerinin nasıl seçileceği üzerine bitip tükenmeyen kavgalara devam edeceğiz.
Daha doğrusu tek "siyasi mücadele"yi bu alanda verir hale geleceğiz!
BUGÜN