Medyanın siyasi düzen içerisinde oynadığı temel işlev nedir? Bağımsız ve tarafsız medya pratikte mümkün mü? İktidar sahipleri, kendilerini iktidara getirenlerin taleplerine kayıtsız kalabilir mi? Medya, iktidara gelme ve iktidarı sürdürebilme konusunda ne kadar belirleyici? Bu sorular, cazibesini artırarak devam ettirecek gibi!
Teoride halkın iktidar yaptığı kimseler, halkın taleplerine göre hareket ettiklerini iddia ederler. Halkla doğrudan temasın imkansız olduğu büyük toplumlarda, talepleri belirleyecek araç olarak medya görülür.
Modern toplumun ‘dördüncü kuvvet’i olarak tarif edilen medyanın bir yönü bu olmakla beraber, onu salt ‘talep aktarıcısı’ olarak görmek doğru değildir. Medya tartışmalar, yeni fikirler ve siyasetin belirlenmesi gibi konularda kamuoyu oluşturma işlevi görür.
Bu kuvvetin ikinci yönü, devletle bağlantılı olan üç kuvvetin; yasama, yargı ve yürütme üzerindeki denetim fonksiyonuyla ortaya çıkar. Siyasette bu üç kuvvetin birbirini denetlemesi arzu edilir fakat yeterli değildir. Neler olup bittiğini izleyen ve bunları halkın dikkatine sunan bir organ, denetim mekanizması adına gerekli görülür.
Bununla birlikte pratikte medya tüm dünyada aynı işlevi görmez! Toplum adına hareket eden, aşağıdan yukarıya talepleri aktaran ve yukarıyı denetlemesi gereken kurum, ülkemizde dahil, bir çok ülkede bunun tam tersi bir işleve sahiptir. Devletin toplum için uygun gördüğü ‘kırmızı çizgiler’i benimser ve sürekli topluma dikte eder!
Medyanın sırtını güçlü bir otoriteye dayamasının doğrudan bir sonucu, toplumu küçümsemesi ve yeri geldiği zaman aşağılamasıdır! Güçlü karşısında ‘boynu kıldan ince’ olan medya, zayıf karşısında ‘şahin’ kesilir! Toplumsal ve bireysel trajedilere karşı vurdum duymaz ve hoyrat tavrı, esasen kendini, zayıfların değil güçlülerin parçası olarak görmesinden kaynaklanır.
Osmanlı’da, 1831 yılında Takvim-i Vekayi ile ortaya çıkan medya, genel hatlarıyla devletin iç ve dış siyasetini duyurma amacına matuf bir işlev görür. Cumhuriyet sonrası ise dört temel kırılma dönemi yaşar. Kırılmalarda ana unsur, basının iktidarlarla kurduğu ilişki biçimidir.
1923-50 tek parti döneminde, devletin dolaysız uzantısı olan medyanın, iktidarla çatışması eşyanın tabiatına aykırıdır. Çok az olan ve sürekli, kovuşturma-sindirme sorunu yaşayan, ‘münferit yayınlar’ dışında medya ‘kutsal devlet baba’nın meşruiyet kaynağıdır!
1950’lerden itibaren görece bir bağımsızlık yaşanır. Artık devletin dolaysız parçası değildir, ancak iktidarların elinde hala önemli manipülasyon araçları vardır. Teşvikler, kağıt tahsisi, ithali ve fiyatını belirleme, büyük KİT’lerin reklamlarından yararlandırma keyfiyeti gibi!
Bu dönemde, medya sermayesi sadece medya sermayesidir! Yani patronları gazeteciler olan gazeteler vardır. Henüz sektör olunmamıştır. İktidarlardan büyük iktisadi beklentiler yoktur. Biraz kağıt, biraz reklam dolayısıyla pek az çatışma!
1980 sonrası medya patronlarının ‘başka işleri’de olmaya başlar. Devlet ihaleleri ve başka ticari faaliyetler medyayı ülkenin en güçlü sektörlerinden biri haline getirir. İktidarlarla ilişki biçiminde yaşanan köklü değişim, ülke siyasetine de yansır.
Dönemin belirleyici karekteri, iktidarların alternatifsiz olan medyaya bağımlı olmasıdır! ‘Kartel medyası’ denilen zamanlarda sıkça duyulan, ‘kafamızı kızdırmayın’ tehtidi sıradan bir söylem halini alır!
Dördüncü kırılma döneminde ise; ‘başka işleri olan’ medya patronlarına, yeni rakipler çıkar. Artık çatışma yaşanacak başka bir alan vardır ve değişim kaçınılmazdır. Dönemi betimleyen sembol hadise, Aydın Doğan’ın, Ceyhan’da rafineri talebine karşılık, Erdoğan’ın; ‘onu Çalık’a verdik’ cevabıdır.
Küreselleşme denilen olgu ile değişimin hızı başdöndürücüdür. Ekonomi perspektifinden bakıldığında, serbest piyasa ve özelleştirme gibi yapısal hareketler medyayı da etkiler.
Hayatına ‘devletin çocuğu’ olarak başlayan ve ‘harçlığını babasından alan’ medya büyür. Piyasa ve özel tüketimin genişlemesi, kaynaklarını çeşitlendirir. Ekonomik olarak bağımsız bir yapıya ulaşılır. Bununla birlikte Türkiye’de, devlet-medya ilişkisi salt iktisadi bağımlılık üzerine kurulmaz. Belki bundan daha da güçlü ideolojik bir bağımlılık sözkonusudur! Bu nedenle medya, olması gereken bir tarafsızlığa sahip olmaz! İdeolojik etki yüzünden, yüzünü bir türlü devletten topluma çevirmez!
Küreselleşmenin rüzgarıyla siyasette değişime uğrar. Devletçi ve merkeziyetçi bir yapıdan, liberal bir yapıya dönüşmek hedeflenir. ‘Ana akım medya’ bünyesinde kökleşmiş, otoriter, merkeziyetçi ideolojik eğilim nedeniyle, burada çifte standart uygular!
Kendilerini ‘laik-kentli-çağdaş’ gibi sıfatlarla niteleyen, görünüşü modern ancak zihniyeti otoriter güçlerin ‘modernlik’ sözcülüğü yapılır. Medya, değişime gitmeden, değişme süsü verme konusunda araçtır. Sadece görüntüler değiştirilerek, kendileri dışındakiler ‘çağdışı’ olarak suçlanmaya başlanır. Bir yandan özel hayatın sekülerizmi için öncü bir rol oynanır, öbür yandan siyasal hayatın özgürleşmemesi için barikat olma misyonu yüklenilir!
Örn; Hürriyet gazetesi 1990’dan önce, gündelik hayat konusunda oldukça muhafazakar bir çizgidedir. Bu hayatı devletin tanzim etmesi gerektiği konusunda tutumu nettir. Ama siyaset, siyasilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Bu yüzden asker-sivil bürokrasinin denetimi altında olmalıdır! ‘İşler çığrından çıktığında’ doğrudan müdahale de meşru sayılmalıdır!
Gündelik hayatın önemini arttırmasına paralel, bu alanın devletten özerk olması gerektiği savunulmaya başlanır. Cinsellik, giyim, eğlence, kültür alanlarında toplumun liberalleşmesi için büyük bir çaba sarf edilir. Hatta gündelik hayata ve özel hayata serbestlikte o kadar ileri gidilir ki; ‘Edep Yahu!’ eleştirilerine muhatap olunur. Ancak bu ‘özgürlükçü’ tavır, gündelik hayatla sınırlı kalır. Siyaset konusunda devletin ideolojik aygıtı olmaya devam edilir.
Türkiye’yi derinden etkileyen başka bir süreçte, çevrenin merkeze akmasıyla, yeni gelenlerin kimlik, zenginlik, iktidar paylaşımı ve haklar konusundaki talepleridir. Bu taleplere, ana akım medya ve takipçileri ‘ayrıcalıklı’ konumları gereği sınıfsal bir tepki verir. Bitmek bilmeyen ‘irtica korkusu’ yaşadıklarını söyleyen bu kesimlerin hissettikleri duygu, ‘korku’ değil ‘öfke’dir!
Başörtülü kadın ve genç kızlara gösterilen tepkiyi hatırlayalım; bu insanlar eskiden köyde oturduklarında bir sorun teşkil etmiyorlardı! Şehirlere gelip ‘kenar’larda yaşadıklarında da sorun yoktu! Ne zaman ki, şehir merkezlerine gelip aynı mekanları kullanmaya, aynı hakları talep etmeye başladılar, o zaman sorun çıktı.
Hastahanedeki başörtülü hizmetli sorun değildir; fakat bir doktor sorundur ve öfke yaratır! Birileri, statü olarak kendilerinden düşük gördüklerini yanlarında istemez! Bu durum sınıf duygusundan, ırkçılıktan başka bir şey değil!
Ana akım medya içerisinde ikinci büyük yapılanma, ATV-Sabah Grubunun, Çalık Holding tarafından satın alınmasıyla oluşur. Medya-iktidar ilişkilerine yeni bir boyut kazandıran bu olay, birilerine göre medya tekelinin kırılması ve çeşitlenmesi anlamına geliyor!
Bu döneme kadar gazete ve televizyonlar kabaca, ‘modern- çağdaş’ ile ‘dinci-muhafazakar’ şeklinde tanımlanır. Birinci grup, ‘laikliği savunma’ görüntüsü altında, toplumu denetleme aracı olurken, ikinci grup, birçok eksiklerine rağmen daha ‘sivil’ bir görüntü çizmeye çalışır. Birinci grupta yer alanların kampanyaları o kadar etkilidir ki; muhafazakar medyanın ‘ana akım medya okurları’ üzerinde neredeyse hiçbir etkisi olmaz!
Yeni sermaye gruplarının medyaya girmesiyle, Sabah ve Atv gibi öyle kolayca ‘dinci’ etiketi vurulamayacak, ana akım medya okurlarının yadırgamayacağı, yeni bir medya öbeği oluşur. Bunlar bir taraftan laikliği ve demokrasiyi savunuyor, diğer taraftan ‘laiklik ve demokrasi düşmanı’ olarak görülen iktidarı destekliyorlardı.
Bu öbeğin sorunlu oldukları tarafta buradan kaynaklanıyor! Vesayet sistemine karşı yapılan mücadelede oynadıkları role rağmen, iktidarla olan ilişkilerinde ölçülü olmamaları en büyük handikapları!
Bir ülkenin adil şahitlik yapacak bir medya organına sahip olamaması, büyük bir eksiklik. Bilgi kirliliği, malumatfuruşluk, manipülasyon, spekülasyon, yalan, iftira ve itibar tetikçiliği hem iktidar hem muhalefet yanlısı medyanın hastalıklı yönleri maalesef! Biz müslümanlara düşen ise; ‘fasığın getirdiği habere’ karşı, İslami bir tavır takınmak olmalıdır. Holigan trollerin sihirbazlıklarına aldanmadan, dilimizin sınırlarını zorlamalı ve adalet için çabalarımızı sıklaştırmalıyız. Rabbimiz bizlere bu yolu kolaylaştırır inşaallah…