Bizim idare hukukuyla ilgili siyasî geleneğimiz, yöneteni yüceltir, yönetilenleri "reaya" kabul eder. İslamiyet, yöneticiye atfedilen her türlü kutsallığı ve süblimasyonu ortadan kaldırmak istedi, ama Servilyanus'u başdanışman seçen Muaviye, Bizans siyaset ve idare anlayışını İslam'a dahil ederek "Rasul'ün halifesi"ni bir anda "Allah'ın halifesi"ne çevirdi.
Bu anlayışa göre "siyaset" Arapçadaki etimolojik anlamına uygun olarak "bir ta'lim ve terbiye" işlemi olarak anlaşıldı. Nasıl at terbiyecisine "seyis" deniyorsa ve seyisin işi atı ehlileştirmek ise, siyaset de toplumu hizaya getirmek, ehlileştirmek, hanedana ve iktidar seçkinlerine itaatkâr hale getirmek olarak anlaşıldı. Bu "yüce ve özel" bir işlem olduğu için ancak padişahların ve iktidar seçkinlerinin işi olabilirdi ancak, sıradan halk bu işten uzak tutulmalıydı.
Bizde reformların tümü Batılılaşma ve modernleşme amaçlıdır. Ama ne Tanzimatçıların ve ıslahatçıların ne cumhuriyetçilerin ve bugün laikliği demokrasinin ve özgürlüklerin önüne geçirenlerin zihinlerinde siyaset henüz klasik muhtevasından bir şey kaybetmiş değil. Darbesever asker ve sivillerle konuşun, size söyleyecekleri ilk şey "Halk yönetim işinden anlamaz, yönetim seçkinlerin işidir. Biz bu ülkeyi hem siyasetçilerden daha çok severiz hem sorunlarını daha iyi biliriz. Siyaseti cahil halka bıraktın mı, ne olacağı belli olmaz" derler. Geçenlerde bir televizyon kanalında Tarhan Erdem, ele geçen "belge"yle ilgili olarak şunları söylüyordu: "Bu belgeyi onaylayacak, amacını paylaşacak milyonlarca insan var Türkiye'de. Bunlar eğitimli insanlar, yaşama biçimleri konusunda liberal ve özgürlükçüdürler, ama yönetim ve laiklik konusunda öyle değildirler. İş askerlerin belgede anlatıldığı gibi AK Parti'ye müdahaleye, yönetime el koymaya gelince, hepsi bunun doğru ve gerekli olduğunu söyler."
İşte bu milyonlarca "aydınlanmış seçkin" siyaseti en klasik anlamında ele almakta, halkın kendi sorunları ve hayatı konusunda karar verebileceği fikrini temelden reddetmektedir. Oysa uzun zaman oluyor, siyaset, seyisin atı terbiye etmesi işleminden çoktan çıkmıştır. Bugün herkesin siyasetten anladığı "iktidar ilişkilerinin düzenlenmesi" ve "her sorunun siyasî zeminde ele alınıp konuşulması, müzakere edilerek bir sonuca varılması"dır. Siyasetin bu yeni tanımını henüz algılayabilmiş değiller.
Diğer bir nokta, bu aydınlanmış zümreler, modern devletin toplum ve ulus inşa etme düşüncesiyle bütün bir halkı mecburi eğitimden geçirir ve kentleşme ile modernleşme arasında kaçınılmaz ilişkiler kurarken, bu emredici sürecin, eğitilmiş ve şehirleşmiş halkta yeni talepleri doğurduğunu düşünemediler. Mesela onlar Kürt gençlerini mecburi eğitime tabi tutunca resmî kimliğe kendi etnik kimlikleriyle, halka laikliği empoze edince toplumun buna dinî taleplerle cevap vereceğini hesaplayamadılar. Onlar yüksek gelir düzeyine mensup gruplar olarak kalmak ve refahı tekellerinde tutmak istiyorlar. Bu, onların modernleştirme misyonlarının bir parçasıdır. Ama bunun mukabil ve alternatif modernleşme ve refah talebine yol açacağını kabullenemiyorlar.
Modern devletle beraber ulus ve toplum yapısı çözülüyor, iktidar seçkinleri anakronik duruma düşüyor ve yaşanan hızlı toplumsal ve küresel değişimlere paralel olarak yeni sosyal güçler sahneye giriş yapıyor. Siyaset ne at terbiyecisinin işlemi ne modern ulus devletin kendini karmaşık toplumsal ilişkiler içinden tanımlayarak öteki üzerinden siyaseti belli zümrelere terk etmesi değildir artık. Bireyler, zümreler veya sınıflar, siyaset ve devlet üzerinden tek başlarına egemenlik kuramıyorlar. Modernlik, devleti hukuka öncelemişti, ama şimdi hukuk devletin önüne ve üstüne çıkıyor. Dolayısıyla her şey iktidar ilişkisinin düzenlenmesinden ve bunun da siyaset yoluyla yapılmasından ibaret oluyor. Bizim aydınlanmış seçkinlerimizi bu derin dogmatik uykularından kim uyandıracak?
ZAMAN