Siyâset dünyevî ve târihsel bir süreçtir. Bu süreçten ilâhî ve nihaî sonuçlar beklemeyi hep bir zihin tutulması ya da tuhaflığı olarak gördüm. Siyâsete ilişkin öğrendiklerim de bu bakışımı pekiştirdi. Siyâsetin bütün kurumsal birikimi artık-değer târihi ile eşlenmiş durumdadır. Bu bağ günümüz entelektüellerinin kâhir ekseriyeti tarafından çok küçümsenmektedir. Ama bu küçümseme, sözü edilen bağın yerini almaya uygun başka bağları ortaya çıkarmak pahasına olmuyor. Küçümsemenin başlıca sebebi, artık-değer ile siyâset ilişkisinin uzunca bir dönem boyunca çok hoyrat ve kaba bir biçimde kullanılmış olmasıdır. Bu doğru olmakla birlikte; bir şeyin kullanım tarzı onun ne olduğuna hüküm verirken ne kadar temel oluşturabilir ki? Doğrusu, ben bu bağın öneminin, belki de eskiden olduğundan daha fazla olduğunu düşünüyorum.
Siyâset-artık-değer bağını ekonomizme indirgeyen tarz elbette eleştirilmeye muhtaçtır. Bu bağ, sâdece ekonomide değil; tümüyle toplumsal dokuda dallanarak, budaklanarak pekişiyor. Bu pekişme içine, her birinin diğerlerinden görece özerklik içerdiğini de söylemeyi gerektiren bir çerçevede; hukuk sistemlerinden, devlete özgü, hukûkî ya da kültürel çok sayıda yapıyı alıyor. Bu bağlar siyâsetin hem çok sorunlu bir alan olduğuna hem de asla salt siyâset olmadığına işâret ediyor.
Siyâset en az iki açıdan sorunlu bir alandır: Öncelikle, özellikle de müesses dünyası îtibârıyla içinde artık-değerin eşitsizlik yüklü târihi yapılandırılıyor. İkinci sorun ise bir büyülenme ve bağlanma yaratıp, kendisini bu sorunların çözüm mercii gibi gösterebiliyor. (Ya da birileri onu öyle gösterebiliyor). Oysa târihsel deneyimler hayli ikna edici bir biçimde ortaya koyuyor ki; siyâset sâdece dönemsel ve görece başarılara açık bir dünya. Ondan bir 'kurtuluş teolojisi' gibi işlemesini beklememek gerekiyor. (Zaten kurtuluş teolojisinin anaakımının sivil alanlara yönelmesi ve siyâset ile arasına bir mesâfe koyması bu yüzden). Esas meselenin sivil toplumun siyâsallaşması değil; ona siyâsal iktidar ilişkileri dışında, kendi birikimlerinin özerkliği üzerinden ayakta kalabilme yeteneği kazandırılması ve bu yolda gelişmesini sağlayabilecek bir kıvama erdirilmesi olduğunu hesaba katmak gerekiyor. Bu, siyâsal alanın daralmasıyla paralel gitmesi gereken bir süreç. Siyâsetin sönümlendirilmesi meselesi 19.Yüzyılda çok vurgulandı. Ne tâlihsizliktir ki bu bakış zaman içinde ütopik, hatta saçma görülerek reddedildi. Olsun; ben 21.Yüzyılda onun sandıktan çıkartılıp yeniden parlatılacağını ve tartışılacağını düşünüyorum. Emâreler bu yönde...
Aslında siyâsetin sönümlenmesi meselesinin, sâdece dışarıdan değil, en az bunun kadar içeriden işleyeceğini sanıyorum. Yani, siyâset kendi kendisini söndürecek gözüküyor. Bunu, sıklıkla eleştirdiğim bir husustan; entelektüellerinin siyâseti sâdece siyâsetten ibâret sayan, ve kültürel durumlarla eşleyen basitçiliğini kastederek ifâde ediyorum. Kültür başlıbaşına netâmeli bir konu. Öncelikle kendi içinde... İngiliz kültürbilimci Raymond Williams kültür kavramına yüklenmiş; ilişkili ya da ilişkisiz 200 tanımdan bahseder. Siyâset-kültür ilişkilendirmesi acaba hangi kültür algılamasına göre şekillendirilecektir? Bu konuda acı ya da incinmişlik deneyiminden başka bir açıklık olmadığını söyleyebiliriz. Bunlar gerçekten de çok somut durumlardır. Bu kadar somutluk siyâseti belki de her zaman olduğundan daha alevli bir hale getiriyor. Ama o derecede de sığlaştırıyor. Bu sığlaşma daha çok kimlik gibi, üzerine herkesin keyfince, meşrebince ya da deneyimince bir şeyler yazdığı referans kümelerinin siyâsal dünyayı işgal etmesinden anlaşılabilir. Acılı, Maalouf'un ifadesiyle 'ölümcül' ve bu nedenle de 'öldürücü' kimlikler, siyâseti kan davalarına özgü bir etki-tepki mekaniğine mahkûm ediyor. Kültürel durumlar bu kadar somut deneyimlerle eşlenince bunun üzerinden siyâsal akılı işletmek zorlaşıyor. Çünkü siyâset geri-bildirimi ne kadar güçlü olursa olsun, bütün bunları karşılayacak bir formül bulmak ya da geliştirmekte çok zorlanıyor. Kültürel durumların siyâsal süreçlerde çok kaprisli davranıyor; siyasal beklentileri sâdece kendi özgül sorunlarıyla ilgilenilmesi. Eğer kültür kimliklere; kimlikler ise yaşanan ya da yaşanmış olan acılara indirgendiyse, siyâseti sürdürmenin imkânları biraz daha daralacak demektir.
Bütün bu olumsuz değerlendirmelerime rağmen, göreli olarak siyâsetten sağlanabilecek bazı yararlar olduğunu da reddediyor değilim. Bu da siyâsetin, o kadar inandırıcı olmasa da taşıdığı; çok sınırlı da olsa bazı başarıları da içeren 'uygar' iddialarının siyâset sınıfı tarafından ne kadar hatırlayabileceğiyle alâkalı. Siyâset mesleği, yürüttüğü kavgalar bir yana, öncelikle bu uygar iddialar konusunda tutarlı olmayı gerektiriyor. Meslek ahlâkı îtibarıyla siyâsetçilerin cevaplaması gereken soru, siyâseti, kan davası gibi siyâset-öncesine isâbet eden ilkel bir konumu perdelemek için mi; yoksa bunu aşmayı samimî olarak arzulayan bir irâdî tercih üzerinden mi yaptıklarını açıklığa kavuşturmalarıdır. Siyâsal akıl bütün sorunlu ve sınırlı taraflarına rağmen, etki-tepki basitliğini aşan; acılarla değil, 'acılara rağmen' düşünmeyi gerektiren bir üst-akıldır. Nihâî tahlilde siyâset sınıfının üzerine çıkıp tartılacağı yer de budur.
YENİ ŞAFAK