Ahlaki değerlerden bağımsız icra edilen siyaseti meşrulaştıran kavram sanırım; “siyaset rasyoneldir!” olsa gerek. Gerçi ahlaki değerleri de rasyonel şekilde algılayan bir zihinden böyle bir yaklaşım normal. Bununla birlikte hayatın bütününde etken olması gereken ahlak, siyasetin dışına itilmiş durumda. Sorunlarımızın temelinde de bu eksiklik var gibi?
Ahlaki değerlerden bağımsız siyasetin en büyük hedefi; Hegel’in “harici devlet” olarak tarif ettiği ekonomi olgusu. Bugün siyaset ve ekonomi öyle bir yerde kesişmekte ki, hangisinin diğerine galebe çaldığı söylemek oldukça güç!
Devlet mekanizmasının işleyişi üzerinden iktidarların aldığı kararlar, ülkelerdeki ekonomik hayat ile siyaseti bütünleştirmiş durumda. Kaldı ki modern devletin temelinde yatan olgu da ekonomi. 17. yy İngiltere’sinde ancak paraya yön verenler, uluslararası ticareti tekelinde tutanlar Kral’dan talepte bulunabilirdi. Devlet organizasyonunu oluşturan, bugünkü haline getiren süreçte bu talepler son derece etkiliydi. “Herşeyin sahibi” Kral, ancak ekonomiye yön verenlere tavizler vermekteydi. Sonuç; hesap ve başarı ile uyumlu bir şekilde yürütülen mücadele ile ekonomi“kutsal” bir forma dönüştü.
Bir toplumda en önemli ahlaki problem, yalnızca kâr perspektifi ile inşa edilen siyasetten kaynaklanır. Siyasi olanı ekonomik olana indirgemek ve böylece ekonomik olarak özgürleşince siyasal olarak da özgürleşeceğimizi düşünmek! Bu bazıları için anlamlı olabilir, ancak erdemli insanların özgürlüğü ekonomiye endeksli değildir. Hele hele dünya sistemleri ile bütünleşmiş bir ekonomiye hiç değil!
Ekonomik olarak liberalleşen, siyasal olarak Machiavell’leşen bir devletten ahlaki temelde değerli icrâatlar beklemek oldukça iyimser bir tavır.Bununla birlikte, aynı devletin ürettiği bireyden çıkan sonuç ise “çağdaş insanın tatminsizliği”nden başka bir şey değil! Çünkü sadece ekonomik terimlerle tanımlanan bir toplum, mücadele ve yarışmaya dayalı “rasyonel” bir toplumdur. Bu toplumun ortaya çıkardığı “adaletsizlik duygusu”na terk edilen bireyse, yalnız ve emniyetsizdir.
Siyasete kendisine uygun düşen asaletini yeniden kazandırmak için ahlak ile irtibatını, etkileşimini daha kavi hale getirmemiz gerekiyor. Ahlak ile siyaset arasındaki kesişme noktasını ele aldığımızda, güçten ziyade forma yönelen bir devletten bahsedebilmeliyiz. İnsanın öncelendiği dürüst kamu yönetimi, yargının adalet temelli işleyişi, yönetenlerin kontrol edilebilirliği ile iktidarların keyfiliğini sınırlayan devlet formu. Bu devlet yeterli ve adil olanın sentezidir. Erdemi ise basiret ve itidaldir.
Sorunun bir diğer tarafı ise; “güç olarak devlet”tir. Weber’in deyimiyle; “meşru şiddet tekeli”ni elinde bulunduran devlet! Belki de en çetrefilli kısım burası, siyasetin paradoksu, güç ve ahlak ilişkisi! İktidar kavramının, şiddet kavramına indirgenemeyeceği açık ancak şiddetin iktidar olmak için nasıl işlevsel olduğuna şahidiz maalesef! Kaldı ki tüm çağdaş devletlerin, güce sahip olanların keyfi şiddetinden doğduğunu söylemek mümkün. Eric Weil’in dediği gibi; şiddet tarihin itici gücü olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Ayrıca mevcut andaki hâkim sınıfa avantajlar ve imtiyazlar vermeyen bir devlet var mıdır, sanmam! Çünkü siyasi hayat; kaçınılmaz surette güç ve tahakküm, iktidarı muhafaza ve yeniden elde etme mücadelesi olarak anlaşılıyor. Bu durum ise ekonomik anlamda kendisine göbekten bağlı bir sınıfı gerekli kılıyor. Sonuç ahlakiliğin iktidar uğruna feda edildiği, siyasi tahakküm için mücadele olarak karşımıza çıkıyor.
Bununla birlikte siyasi alanda ahlaka süreklilik kazandırmak yine siyaset yapanlara düşüyor. Gerçekte siyaset ahlakı, özgürlük alanlarının oluşturulmasından başka bir şey değil. Devlet, topluluğun bir organizasyonu olarak tarafsız bir adalet devleti ve siyasi alanda ahlakiliğin gerçekleşmesinin teminatı olmak zorunda!
Bu bahsedilen özgürlük alanlarının başına ihtilaf kavramını yerleştirebiliriz. Devlet ihtilafları en aza indirmeyi amaç edinen, ancak onların ifade edilmelerine ve tartışılmalarına izin veren devlettir. Bu anlamda adalet devleti, organize edilen özgür tartışma devletidir. Bu tanımda “kendisini ifade etme özgürlüğüne sahip bir kamuoyuna” ihtiyaç vardır.
Oysa günümüzde çağdaş devlet ve siyasetin ahlakiliğinin zayıflığından muzdaribiz. Kültürel mirasından yoksun bırakılmış bir toprak üzerinde dikilen kırılgan yapılar gibiyiz. Kendi özünün farkında olamayan bir topluma, ihtiyacı olan moral motivâsyonu seküler dinler icat ederek gidermeye çalışmak beyhude bir çaba! Anma günleri, milli bayramlar, bayraklar, saygıyla karışık coşkunun damga vurduğu sivil düzenin kutsallaştırıldığı zamanlar, bizim geleneğimiz değil! Ahlaki değerleri bu seküler din üzerinden belirleyen ve bu değerlerle sabit fikirlere sadakat devşiren bir devlet profilinden muzdaribiz.
Bugün siyaset üzerinde etkili olmasını beklediğimiz ahlak, kullanışlı bir “kanaat ahlakı”na dönüşmüş durumda. Oysa “sorumluluk ahlakı” ile hareket etmeyen bir siyasetin kısa vadede kazanımları olsa da, uzun vadede kronik sorunlara yol açtığı görülmeli. Arzumuz, idealizm ya da realizm indirgemeciliğine düşmeden, siyasetin de bir ahlakı olması gerektiğini hatırlamak, hatırlatmak. Bu ahlak olmadan kazanılan hangi başarı Rabbimiz katında kalıcı olabilir ki? Allah’a emanet olunuz.