Uzun zamandır kansız bir seçim yaşamadı Türkiye. Her seçim dönemi, adeta pragmatizmin insan(lığ)ı ezip geçen vahşeti altında gerçekleşiyor. Kavgalar, kasetler, sövgüler, baskılar, tehditler, operasyonlar, misillemeler, cenazeler, istismarlar… Her şey halk ve halk uğruna kutsanmış davalar adına. Her şey birkaç fazla milletvekili çıkarmak adına, her şey iktidar asasını eline almak adına… Siyasetin ölümcül pragmatizmi; tavırları, tarafları ve duruşları kuşatmış durumda.
Osmanlı’da “siyaseten katl” denen evlat/kardeş katli “nizam-ı âlem” için yapılırdı. Kutsal bir gerekçesi vardı. “Fitne, katlden (öldürme) daha kötüdür” ayetine dayandırılıyordu. Öyle ki hükümdarların (muktedirlerin/egemenlerin) verdikleri ölüm cezasına da bu nedenle “siyâset” veya “siyâseten katl” denirdi.
Düzenin sürmesi için “siyaset” gerekliydi. Bu sadece hükümdarın kişisel tasarrufu değil müesses nizamın temel politikasıydı. Öyle ki, Sultan Murad’ın, Kosova savaşı sırasında öldürülmesi üzerine toplanan komutan ve devlet adamları, sultanın oğullarından Yıldırım Bayezid’i tahta çıkarırken; Yakup Çelebi’yi katlettirmişlerdi ve bu iş bittikten sonra ancak Bayezid’in haberi olmuştu. Osmanlı tarihi, siyaseten katlin acı ve dehşet verici örnekleriyle doludur. Toplam 61 şehzâde katledilmişti. Bugün hala bunu savunan Osmanlı bağlıları var. Ne yazık ki bu bağlılığın dayandığı akıl, bu uygulamayı bugün için farklı bir formda ama aynı mantıkla Türkiye’de de sürdürüyor.
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan beri “siyaset”le ayakta kalmaya çalışıyor; zora düştüğünde ilk işi “siyaset” yapmak. Rejim zora mı girdi; hemen bir iki tane “cumhuriyet aydını”na suikast yapılır; rejimin stabilizasyonu için “yaratıcı kaos”a başvurulur. Gerekirse “bir oradan, bir buradan” vurulur, birkaç bomba patlatılır. Yer yer bunu yapanlar kendi içlerinden kişileri de katlederler. Böylece kaostan, gerilimden, acıdan yani duygusallaşarak mantıktan kopan mahsus zeminden faydalanılır, toplumsal siyaset kontrol altına alınır, taban ve hassasiyetler konsolide edilir. Bu yöntemi kullananlar, aynı zamanda kaostan nizam üretecek araçlara da sahip olanlardır.
Bugün için siyaseten katli tebarüz ettiren iki durum temayüz ediyor; bunlardan birincisi ordunun PKK’ye yaptığı “operasyonlar”, ikincisi de PKK’nin buna karşı “misilleme” adı altında yaptığı eylemler.
Malumdur ki devlet, bu güne kadar operasyonlarla, milliyetçi kesimin desteğini alarak, AK Partinin açılımını boşa çıkarma çabası içinde oldu. Bu çabalar başarılı da olmadı değil. Her seçim döneminde, dağlardan batıdaki kentlere gönderilen asker cenazeleri, medyanın ve ordunun da kışkırtmasıyla milliyetçi histeriye zirve yaptırdı. Cenaze törenleri, intikam yeminleri eşliğinde açılım düşmanlığına dönüştürüldü. Bu birçok yerde Kürt düşmanlığı şeklinde sonradan kendini gösterdi ve ardından Kürtlere dönük çeşitli linç hadiseleri yaşandı.
Son olarak Uludere’de yaşanan katliam ve sonrasında bölgede sorumlu komutanın kışkırtıcı tavırlarıyla ilgili ortaya çıkan ayrıntılar, tam olarak bahsettiğimiz “siyaset”in tezahürüdür. Ateşkesin sürdüğü ve herkesin bozulacağına dair derin kaygılara sahip olduğu bir dönemde, önce Dersim’de sonra da Uludere’de ardı ardına yapılan katliamları başka nereye oturtabiliriz?
PKK’nin seçim dönemlerindeki pragmatist tavrı da pek farklı değil. Kürt ulusalcı kesimin; gerilimi yükseltecek eylemler ve söylemlere başvurması, gerilimin düşmesi ve sürecin normalleşmesi karşısında duyduğu derin kaygı ve soruna yönelik geliştirilen politikaların çoğunu tasfiye söylemiyle gerekçelendirmesi bahsettiğimiz siyasetten çok farklı değil. Ölümlerden ve çatışmalardan, “gelecek” devşirmeye kalkan bu “siyaset”, seçim öncesi ateşkesin BDP’nin aleyhine olacağına dair söylemiyle yaklaşımını ortaya koymuştu zaten.
Diğer taraftan AK Partinin operasyonları durdurmak için adım atmayışına ve açılımı seçim öncesi rafa kaldırmasına da değinmek gerekir. Açılımın öncelikle ölümleri durdurmak gibi bir misyonu varken; akan kanı durdurmayı seçim sonrasına bırakan ve gerilimi düşürecek adımları ve söylemi, kendi siyasi geleceği için tehlikeli bulan bir anlayışın, mezkûr ve meşum “siyaset”ten ne farkı olabilir ki?
Ölüm, kan ve gerilim üzerine kurulmuş siyasi metodoloji, görüldüğü üzere barış ortamlarında yaşama imkanına sahip olamıyor. Her sıkıştığında, yine dönüp aynı argümanlara ve yöntemlere sahip çıkıyor. Sonuç itibariyle, modern cahiliyenin insan hayatına gerekli değeri -tüm insan hakları söylemine karşın- veremeyeceği görülüyor. İslam’ın adalet anlayışının uygulanmadığı bir yerde, hakikatli bir barışın (silm) ortaya çıkamayacağı, geçmişte olduğu gibi bugün de apaçık ortadadır. Bu gerçek, her ne kadar partizanca tarafgirliğin arkasında flulaşsa da değişmeyen bir hakikat olarak ortada duruyor. Ancak bu gerçeği yaşamsallaştırıp temayüz ettirecek olanlar bu toplumun umudu olabileceklerdir.
Bu Makale Özgün Duruş’un 90. Sayısında da Yayınlanmıştır