Henüz bir hafta önce, Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş, Habertürk’ten Muharrem Sarıkaya’ya 31 Mart ve 23 Haziran seçim sonuçlarına bakarak “yeni bir Türkiye yelpazesi” oluşturabilmek için AK Parti’nin “dil, üslup ve demokratikleşme yolunda” hangi adımları atması gerektiğine dair bir değerlendirme yapıyordu. Kurtulmuş, söz konusu değerlendirmesinde oy kaybı yaşanan alanları kabaca üç başlık altında “muhafazakâr Kürtler, Cuma cemaati ve şehirli milliyetçi kesimler” olarak işaretliyordu. Ancak söyleşi boyunca, seçim sürecinde siyasal söylem ve pratikler açısından hangi türden yanlışlar tespit edildiği ve bunların nasıl telafi edileceğine dair hemen hiçbir somut özeleştiri cümlesi göze çarpmıyor.
Söyleşinin birkaç yerinde “kaybedilen oyları geri alabilmek için vakit var” derken ardına eklediği cümlelerin hemen tamamı şartlı cümlelerden oluşuyordu. Mesela “iyi tahliller yapıp oralara tekrar ulaşabilirsek”, mesela “gerekli performansı ortaya koyabilirsek”, “o kuşatıcı dil, üslup Kürdü, Aleviyi, Sünni’yi de buluşturulan bir dil oluşturulursa” gibi şartlı cümleler “bir reform ajandası oluşturup oradan gidilmeli” şeklinde muğlak bir istikamete bağlanabiliyor sadece. Muğlak istikamet çünkü öncelikli hedefler belirlenirken bile “daha kapsayıcı bir dil, milli ve yerli olmak, demokratikleşme” gibi isimsiz, adressiz, tarihsiz ve de çerçevesiz bir takım temenniler sıralanıyor arka arkaya.
Reform Ajandası Nasıl Bir Şey?
19 Ağustos Pazartesi sabahı İçişleri Bakanlığı tarafından Diyarbakır, Van ve Mardin büyükşehir belediye başkanları görevden alınıp yerlerine o illerin valileri kayyım olarak atandı. 7 Haziran 2015 seçimlerini takiben ortaya çıkan zafer sarhoşluğuyla HDP’li belediyelerin Çözüm Süreci’nin nasıl sabote ettiklerini, özyönetim ilan ettikleri şehirleri mayınlı hendekler kazarak nasıl da ölüm tarlalarına çevirdiklerini hiç kimse unutmadı elbette.
“Rojava Devrimi” müjdesiyle Esed rejiminden başlayıp Amerika, Rusya ve İran’a kadar arkasına aldığı askeri, istihbari ve siyasi destekle sistematik olarak cinayet, sabotaj, kundaklama ve yağmalama gibi tedhiş eylemleriyle Türkiye’yi kaosa sürüklemeye girişen PKK’yla HDP’li belediyelerin ilgisini, ilişkisini izaha şimdi hacet yok. Gültan Kışanak ve Selahattin Demirtaş başta olmak üzere HDP’li milletvekilleri, belediye başkanları ve diğer temsilcilerin tutuklandığı günlerde Diyarbakır’dan Batman ve Mardin’e, Van’dan Bingöl ve Muş’a değin Kürt toplumuna da hâkim olan sükût ve sükûnet tablosu, kamuoyuna hâkim olan “fazlasıyla azdılar ve bu cezayı da çoktan hak ettiler” duygusunun tercümesinden başka bir şey değildi. Çadır mahkemelerde kesilen haraçların, dağa sürüklenen gencecik çocukların, şehirleri ateş topuna çevirmekten başka bir anlama gelmeyen öz yönetimlerin, ülkenin dört bir tarafında asker-polis, sivil demeden katledilen insanların faturasını Kürt halkı da HDP’ye kesmişti nihayet.
Peki, bu kez Diyarbakır, Van ve Mardin büyükşehir belediye başkanları Selçuk Mızraklı, Bedia Özgökçe Ertan ve Ahmet Türk’ün görevlerinden alınmalarını da toplum hassaten Kürt toplumu aynı sükût ve sükûnetle mi karşıladı? İçişleri Bakanlı tarafından yayınlanan gerekçeleri dinleyenlerin, gazete ve televizyonlara manşet olan bilgi notları görenlerin hukuken ikna olduklarını söyleyebilir miyiz?
Kayyım Çare mi, Çıkmaz mı?
HDP’li başkanların 31 Mart’tan önce “seçilseler bile görev yapıp yamayacakları belli olmadığına” dair en üst düzeyde verilen beyanlara rağmen, YSK’nın seçilebilir olduklarını tescil edip mazbatalarını teslim ettiği bir süreçte o makamlara oturduklarını hafife alamayız. Soruşturma ve kovuşturmaların bir kısmı seçilmeden önceki tarihlere ait olması yanında henüz verilmiş bir mahkeme kararı da yok ortada. Şüphe hatta kuvvetli şüphe de olsa ortada bir mahkeme kararının olmaması İçişleri Bakanlığı’nın tasarrufunu sadece hukuki açıdan değil toplumsal açıdan da zayıflatıyor, gölgeliyor. Toplumun önemli bir kısmının bu tasarrufu heyecanla desteklemiş olması hukuki ve siyasi riskleri ortadan kaldırmıyor.
HDP değişir mi, PKK’nın vesayetinden kurtulabilir mi? Hiç kolay değil ancak HDP’nin bu rotaya girmesi için şartları zorlamaktan başka seçenek yok. Fakat bu zorlama eski devlet geleneğini ihya etmek veya eski yöntem ve aktörleri devreye sokmakla ne meşruiyet ne de toplumsal destek bulabilir. Yasal mevzuat ve devletin güvenlik refleksine yapılan vurgular seçmen iradesine ve hukuki prosedürün tamamlanmasına yönelik vurgulardan daha üstün ve öncelikli değildir. Örneğin görevden alma ve kayyım atama kararını proteste etmek neden yasaklanıyor? Şiddet veya yasa dışı talepleri engellemek Hükümetin görevi olduğu gibi şu ya da bu grubun gösteri ve yürüyüşle itiraz hakkını sokağa taşıyabilmesi için gerekli tedbirleri almak da Hükümetin görevidir.
PKK’ya ve HDP’ye karşı yürütülen mücadelede kullanılan dil ve yöntemi, araç ve aktörleri eleştirenleri hızlıca “terör sevici, bölücü, kripto, hain, şirin görünmeye çalışmak” gibi itibarsızlaştırıcı ithamlarla yaftalamak hiçbir fayda vermez. Devleti kutsamanın, devlet aklını tartışılmaz kılmanın, devlet sınıflarını dokunulmaz kılmanın ne büyük acılar ürettiğini unutmayalım. Kemalizmin her türlü kirli savaş ve propaganda taktiğini devreye sokarak ortadan kaldıramadığı sorunları muhafazakâr kadrolar büyük yatırımlar yaptığı trol ordusuyla mı ortadan kaldıracak? Diyarbakır, Mardin, Van veya başka şehirlerde HDP’ye karşı sandıkta kaybettirmeyecek siyaseti konuşmaya ne vakit sıra gelecek? İstanbul ve Ankara’nın kaybı üzerine ciddi bir muhasebe yapıldı da biz mi duyamadık?
“Kayyımlar çok iyi hizmet yapıyor, bölge halkı çok memnun” söylemi üzerinden siyaset halkla arasını ne kadar açtığını ya fark edemiyor ya da umursamıyor olmalı. Bir kısım alkış ve tezahüratların, daha sert tedbirleri teşvik edici devletçi beyanların siyaset ve toplum arasındaki yelpazeyi daralttıkça daralttığı görülemiyor herhalde. Şehirli milliyetçi kesimleri bilemeyeceğiz ama muhafazakâr Kürtleri ve Cuma cemaatini tekrar kazanmak üzere AK Parti tarafından sergilenecek kuşatıcı dil, üslup ve performans meselesinde kat edilecek epeyce mesafe olduğu aşikâr.
Yeni Akit