Siyaset ve siyasi kültürümüz üzerine

Batı’dan aldığımız laiklik, cumhuriyet, demokrasi vb. kavramlar, bu çerçevede semantik müdahalelere ve geleneksel siyasi kültürümüzün meşruiyet çerçevesinde bir temel bulmaya açık mıdırlar yoksa sabit kareler şeklinde dondurulmuş mudurlar?

Ali Bulaç'ın kendi kişisel sitesinde yayınladığı makaleyi ilginize sunuyoruz:

Batı’dan aldığımız laiklik, cumhuriyet, demokrasi vb. kavramlar, bu çerçevede semantik müdahalelere ve geleneksel siyasi kültürümüzün meşruiyet çerçevesinde bir temel bulmaya açık mıdırlar

Müslümanların modern zamanlarda tarihin ve siyasetin kurucu özneleri olmasını engelleyen bazı “dini sebepler” var. “Dini” olarak işaret etmek istediğim sebep, “din’in kendisi”nden veya “Kur’an ve Sünnet gibi ana referansları”ndan değil, fakat bu iki kaynağın çizdiği çerçevenin belli bir yorum tarzına tabi tutularak bir tür kendi meşruiyet amacına aykırı olarak şekillendirilmesinden kaynaklanmaktadır.

Belli bir kelam anlayışıyla yoğrulmuş tarihi kültürümüz bugün de etkisini devam ettirmektedir. Tarihte ve zamanın şartları içinde “iyi sonuçlar” vermişse bile, modernitenin geleneği ve bireyle siyaset arasındaki kadim kodları parçaladığı modern zamanlar için iyi sonuçlar vermiyor: Müslümanların devlet, yönetim, siyaset ve iktidar ilişkisi gibi temel düşüncelerini şekillendiren kanallar Hind-Moğol devlet geleneği, Cengiz töresi, Araplar’ın kılıç hakkı ve Bizans imparatorluk mirasıdır. Bu dört fil ayağı üzerinde yükselen betondan kasvetli yapıyı Fatih Sultan Mehmed’e borçluyuz. Bu yapının kubbesi altında Fatih çocuk boğdurmaya “ekseri ulema”dan cevaz alabilmiştir.

Siyasetin merkezi konusu olan iktidar ilişkisi Maverdi, İmam Gazali, İbn Teymiye, İbn Cem’a ve bunları izleyen bilgin ve fakihler tarafından, “güvenlik ve istikrar” adalete ve ilkeye tercih edilerek şekillendirilmiştir. Gazali ve İbn Teymiye açıkça, bir takım sivil işler aksamaktansa, zalim (cair) ve zorba bir yönetimin meşru olduğunu söylediler. Maverdi, uygulamalarının baskın karakteri zorbalık ve adaletsizlik olan yönetimleri makul bir çerçeveye oturttu, İbn Cem’a askeri müdahale ve darbelerin meşruiyetini savundu. İbn Cem’a’nın vaz’ettiği ilke basitçe şuydu: “Kılıç kimin elindeyse iktidar onundur ve bu iktidar meşrudur.” En güvenilir tefsirlerde bile, imamın olmadığı adil bir senenin zalimin yönetiminde geçen bir saatten daha hayırlı olmadığı yazılır.

Bunun tarihsel tecrübe olarak kristalleştiği alan Osmanlı tatbikatıdır. Osmanlıların telakkisine göre “din-u devlet, mülk-ü millet” aynı şeydir. Devlet meşruiyetini dine hizmetten alır, ama dinin varolması için devlet olmazsa olmaz bir değerdir. Sultan, Bizans İmparatoru Jüstinyen’in sıfatını “Yeryüzünde Allah’ın gölgesi (Zillullah fi’l-arz)” almıştır. Devlet de, yönetici hanedan da kutsaldır. Kutsalı kontrol etme hakkını elinde bulunduran yönetici zümreler, bazan adildirler, ama bazan ve doğal olarak “hikmet-i hükümet” üzere de iktidarlarını yürüteceklerdi. Bu yüzden sivil katılım ve muhalefeti öngören “siyaset” “katl” olarak görülmekteydi.

Siyasi, idari ve toplumsal sistem ikili hukuk üzerine inşa edilmişti. Şer’i Hukuk-Örfi Hukuk ikilemine rağmen, devlet sivil alana karışmadıkça bu konuda sorun olmadı, özgürlük ve sınıf savaşları çıkmadı. İsyanlar bey isyanıydı veya kendi başına ayaklanan teb’a, sonuç itibariyle adalet talep ediyordu. Ancak Tanzimat’la başlayan modernleşme süreci devleti merkezileştirdi ve devlet giderek toplumsal hayatın bütününü, sivil alanı zaptetme hedefine yöneldi. Buna rağmen devlete ilişkin zihniyet değişmedi. Halen “devlete itaat etmek Allah’a itaat etmekle aynı şey” telakki edilmektedir.

Gelinen noktada devlet bir siyasi aygıttan daha fazla ve daha ötede bir şey değildir. Kutsallık vasfını çoktan kaybetmiş, aşkın/müteal değeri aşınmaya uğramıştır. Ancak “kutsal” olamayan devlet, “saygın” olmak durumundadır. Saygınlığın göstergeleri hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlüklerin korunması ve topluma mümkün olduğunca özerk ve özgür alanların açılmasıdır. Bu çerçevedeki saygın devlet veya yöneticiler Batılı monarşilerde gözlendiği üzere kutsaldan pay almazlar, ama “kerim” vasfını almaya hak kazanırlar.

Bu süreçte Müslüman zihin büyük bir anakronizm yaşıyor. Hala Hind-Moğol, Cengiz yasası, kılıç hakkı ve Bizans’ın derin etkisinde devleti ve yöneticileri “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve temsilcisi” sayıyor.

Devlete ve iktidar ilişkisini tayin eden siyasete bakışta –en azından entelektüel ve kelami seviyede ve bir yönüyle- İslam dünyasının bizden “daha iyi” olduğu söylenebilir. Güçlü muhalif siyasi görüşlerin burada teşekkül etmesi boşuna değildir.. Çünkü İslam dünyasının büyük bir bölümü sömürge oldu ve sömürgecilik döneminde zihinler tarihsel bağ ve şartlanmışlıklardan kurtuldu. Bizde ise hiçbir şey olmamış gibi her şey yerli yerinde duruyor.

Bir ülkede devletin nasıl kurulması gerektiğini; devlet denen siyasi ve hukuki aygıtın kuruluş ve işleyişini; yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk bölümüne Kamu Hukuku denir. Modern hukuk sistemlerinde Anayasa Hukuku, Ceza Hukuku ve Devletler Genel Hukuku bu başlık altında incelenir. Kelam ve fıkıh kitapları bilhassa idare veya anayasa hukuku bakımından son derece fakirdirler; bu kitaplarda yer alan analiz ve söylemlerden bugün bir kasabayı dahi yönetecek hukuki malzeme çıkarılamaz.

Tarihin eski çağlarından beri kurulmuş veya kurulacak devletlerin meşruiyet konusu temel bir sorun olmuştur. Karl Marx’ın ve diğer Marxsist kuramcıların iddia ettiğinin aksine tarihte devletsiz bir topluma rastlamak mümkün değildir. Çünkü yönetim ihtiyacını karşılama manasında devlet, aşkın ve kutsal bir değer değilse de, tarihsel bir realite ve toplumsal bir zarurettir. Devlet fikrinin tam karşısında siyasi ve sosyolojik anlamda anarşizm vardır. Anarşizm, felsefi anlamda nihilizm olduğundan, ne varlığın düzeninde kargaşa vardır ne de insanın ve toplumun hayatında hiçlik geçerli bir yasadır. Sözleşme kuramcıları insanların doğa durumundan ancak siyaseten örgütlenmek suretiyle sivil/medeni hayata geçtiklerini öne sürmektedirler. Varlık alemi, temeli ilahi kozmik düzene (Sünnetullah) bağlı olduğu için, kaçınılmaz olarak insanlar arası ilişkilerin tabiatını teşkil eden toplum düzeninde de geçerli bir takım yasalar olmalıdır ve zaten vardır.

İşte bu temel gerekçe ve zaruretler, devlet denen siyasi ve hukuki aygıtı ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Devlet toplumda bazı fonksiyonlar yüklenir. Bunların başında kamu düzeni, kamu güvenliği, kamu yararı, kamu sağlığı vb. görevler gelir. Marx, haklı olarak kapitalist toplumlarda devletin bir soygun ve tahakküm aracına dönüştüğünü söylüyordu. Buna yol açan sebep de, burjuvazinin iktisadi güç yanında siyasi ve hukuki gücü eline geçirmiş olmasıydı. Halbuki meşru iktidar, siyasi ve hukuki sürekliliği sağlayan yurttaşlar arasında adaleti eşit olarak dağıtmakla yükümlüdür.

Bu anlatılanlar, konuyla ilgili herhangi bir hukuk kitabında bulunabilir. Amacımız Kamu Hukuku’nun bilinen ilkelerini tekrar edip anlatmak değildir. Ama yine de iktidar ilişkisi üzerinde etkili olan güçler, çoğu zaman ya bu temel bilgileri görmezlikten geliyorlar ya da sahiden bilmiyorlar. Tanzimat ve Meşrutiyet geleneğini sürdürmekte olan söz konusu imtiyazlı çevreler, kendilerini bu ülkenin ve halkın vasileri olarak görüyorlar; yönetilenlerin irade, seçim ve rızalarını hesaba katmayı akıllarına getirmeden devlet aygıtına bildikleri gibi müdahale etmeye kalkışıyorlar. Çünkü padişahlık döneminde ülkenin tamamı ve yönetim tek bir kişinin “mülkü”ydü.

Kamu Hukuku’nun en önemli alanı yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesidir. Yönetilenler nasıl yönetilecekler ve kimler tarafından yönetilecekler? İşte temel problem budur.

Yürürlükte olan demokratik rejimlerde yönetilenler yöneticilerini seçimle işbaşına getirirler. Uygulana gelmekte olan seçim sistemlerinin ne ölçüde sağlıklı oldukları hayli şüphelidir. İslam dahil, adaleti ön planda tutan büyük siyasal sistemler sonuçta seçimi temel ilke kabul ederler. Bizim siyaset tarihimiz Muaviye’nin zorbalıkla yönetimi almasından bu yana kirlendiği için seçimle ilgili görüşler adeta göz ardı edilmiştir.

Yine İslam Kamu Hukuku’na göre yönetim seçimle işbaşına geldikten sonra ikinci bir adım atarak halktan biat almak zorundadır. Biat, doğrudan seçim değil, hukukun üstünlüğünün beyan edilmesi, yöneten ile yönetilenlerin ortak prensipler üzerinde konsensusa varmasıdır ki, bu konsensus İslam hukukunun ruhudur. Çünkü insanlar arasındaki ilişkilerin temeli, serbest iradeye, rızaya (icab ve kabul) dayalı yapılan sözleşmelere (akit ve ahitler) dayanır. Bugünkü manada biat, secilmiş bir kişi ve beraberinde çalışacağı ekibin siyasi, ekonomik ve sosyal programının toplum tarafından teyid edilmesi, kabul edildiğinin beyan edilmesidir. Elbette bu, bir takım müzakere ve istişare süreçlerinin doğru dürüst işlemesini gerektirir.

Bu da üçüncü temel ilke olan Şura’ya işaret eder. Şura, yönetimin keyfiliğine yol açan her gelişmeye manidir. Temel politikalar tespit edildiğinde, yönetilenlerin ve uzman hukukçu ve bilginlerin görüşünü almak gerekir. Bundan dolayı Hz. Ömer (r.a), “Şura’sız hilafet olmaz” demiştir. Çünkü Şura’nın olmadığı bir ülkede keyfilik vardır.

Demokrasinin tekamül etmeye, siyasi çoğulculuk yanında toplumsal ve kültürel çoğulculuğa açık olmaya, kısaca başka kültürel kaynaklardan aşı olmaya ihtiyacı var. Seçim ve halk iradesinin yönetimde ve yönetimin kurumsal yapısında tezahür etmesi, onun dominantlarını teşkil eder. Bu noktanın altını çizmekte fayda var. Çünkü 1970’lerin “İslam-siyaset ilişkisi” tartışmasında konunun bu kelami/teorik temeli hiç gündeme gelmedi; bu yüzden Milli Görüş hareketi teorik temeli zayıf olarak gelişti. Milli Görüş partilerinin monolotik ve bir parça totaliter özler taşıdığı yönündeki kanaatin ortaya çıkmasında bu teorik zaafın payı var. Teorik/kelami zemini hiç olmayan bir teşebbüs siyasi gelişme ve tecrübeler eşliğinde şekilden şekile girmeye müsaittir, nitekim bu özelliğiyle İslami siyasi hareket de günün etkileyici şartları altında tutumdan tutuma girmiştir.

Milli Görüş hareketi nihai tahlilde mensuplarına bütüncül bir iktidar vaadetmiş, ancak günün parçalı, değişken ve inişli-çıkışlı seyrine göre, kimi zaman geri adım atmış kimi zaman ilerleme kaydetmiştir. Bunun bir sebebi 1945-90 arasında hükmünü sürdüren Soğuk Savaş döneminin siyaset kültürü ve elbette bunun etkisinde ilk kurucuların tahayyülünde teşekkül eden “toplum tasarımı”dır. Toplumun büyük bir bölümü Milli Görüş partilerine destek vermese de, Necmettin Erbakan’a göre, -namaz abdestinde başın dörtte birinin ıslatılmasına kıyasla- toplumun bütünü aslında Milli Görüşçüydü. Sorun “yukarıdan bilincin taşınması” işleminde yatmaktaydı. Yukarıdan bilinç taşıma demokratik siyasetin amacına aykırıdır. İslami açıdan da savunulacak bir tarafı yoktur; çünkü İslamiyette aslolan “tebliğ” ve “yol göstericilik”tir.

Yukarıdan bilinç taşıma ve empoze etme modern devletin kurucu ilkeleri arasında yer alır. Siyasetin seçkinci vasfı kesinliği temel alan pozitivizmden neşet eder. Bu durumda demokratik tercih seçkinci kabulle çeliştiğinde kusur ve suç seçmende aranır. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra SP’nin başarısızlığı üzerine tartışma açılması talebine karşı parti üst yönetiminin “Bizim seçim öncesinde izlediğimiz tarzda bir yanlışlık yok. Alınan sonucun bununla bir ilgisi yok. Yanlışlık var mı yok mu diye bir tartışma gereksizdir. Bu konuda yanlışlık vatandaşın kendisindedir” demesi, göç ve kent sürecinde yeni ortaya çıkan demokratik siyasetin anlamına aykırı olarak, siyasete, sadece iktidar alanını açmak değil, bunun yanında politik/resmi toplum eliyle belli bir bilincin toplumun bütününe de taşınmasına yardımcı olacağı gözüyle bakıldığını göstermektedir.

Bu telakkinin İslamiyet’te temel görev olarak öngörülen “dinin tebliği” ve mü’min insanların dinlerinin genel hükümlerine göre özgürce yaşama talepleriyle ne kadar ilgili olduğu konusu hayati derecede önemlidir. Ancak belirtmek gerekir ki, siyasi program ve söyleminde hata kabul etmeyen müslüman siyasetçiden, popülist davranıp siyasi arzı talep belirlesin istenmiyor; seçkinci yandan “Bende hata yok isteyen arkamdan gelsin” demek ne kadar siyasi meşruiyet bakımından sorunlu ise, talep aynı istikamette ise arz da o yönde olacaktır tavrı da sorunludur.

Kur'an ve Sünnet'in genel anlatımından, Peygamber Efendimiz (s.a.)'in izlediği siretten şu önemli husus anlaşılıyor: Real politik ile ideal politik arasında denge kuran Hz. Peygamberin attığı her adım siyaseten reeldir, günün gerçeklerine tamamiyle uygundur ama attığı her reel adım ideal politiğe, nihai maksada ve hedefe hizmet eder şekilde belirlenmiştir. Bir yerde Müslümanlar eğer yeni bir sosyal ve siyasal harekete başlamak durumunda iseler, davete konu olan hedef (muhatap)-kitleye, neye-niçin inandıklarını, dünyayı nasıl yorumladıklarını, varolandan farklı ne türden hayat biçimlerini önerdiklerini ve özellikle başkalarıyla hangi hukuki temelde bir arada yaşamayı tasarladıklarını açık seçik anlatmak zorundadırlar. Vahiy diliyle tebliğ edilen İslamiyet bu konuların hiç birinde insanları belirsizlikler içinde bırakmaz. Netlik ve açıklık bu dinin en güzel şiarlarından biridir.

Peygamberimizin iki farklı mekandaki tecrübesinin açılımı olan sünnet ve siretini hatırlamak icap ederse, hem Mekke'de ve hem Medine'de Hz. Peygamber'in İslam'a davette bulunduğu her seferinde muhataplarına karşı açık bir dil kullandığını söyleyebiliriz. Mekke'de Peygamberin davetinin esasını dinin temeli olan Allah'ın birliğini (Tevhid inancı) tebliğ etmek ve bu tebliğe olumlu cevap verenlerin çok yönlü özgürlüklerinin güvence altına alınmasını sağlamak iken; Medine'de bu iki taleple bağlantılı olarak Müslümanların yahudi ve müşriklerle nasıl bir arada yaşayacaklarının uygun ve mümkün projesini çizmek ve bunu tatbikat sahasına aktarmak olmuştur. İşte Mekke'de metanetle tebliğe ve sosyal taleplere konu olan hususların Medine'de bugün adına “Medine Sözleşmesi” denen hukukî ve siyasî bir projeye dönüşmesine yol açan faktörleri bu dürüst, açık ve somut tutumlara bağlayabiliriz. Eğer Peygamber -haşa- pragmatik bir politikacı veya fırsatçı bir stratejisit gibi davranacak olsaydı, 23 yıl gibi kısacık bir sürede bütün yarımadayı İslam'ın nuruyla aydınlatması mümkün olmazdı.

Elbette Hz. Peygamber büyük bir siyasi deha idi; dehasını komitacılık, tezvir, yalan, hile, desise, baskıcılık işinde kullanmıyor, siyaseti Nübüvvetin yüksek ahlaki referanslarına dayandırarak yapıyor, böylelikle hikmetli söz ve ahlakî siyaset, kılıçtan daha çok iş görüyordu. Mekke’nin fethiyle artık müslüman olmaktan başka çıkış yolu kalmayan Ebu Süfyan, Hz. Peygamber’in amcası Abbas’a “Senin yeğeninin saltanatı ne kadar da büyümüş” deyince, Abbas ona şu cevabı verir: “Ey Ebu Süfyan, bu saltanat değil, nübüvvettir!” Nübüvvet mirasının Dört Halife döneminde ve yer yer sonraki zamanlarda da etkisini göstererek sürdüğünü ve İslam'ın ancak bu sayede kısa zamanda Fas'tan Çin sınırlarına kadar yayıldığını söyleyebiliriz.

Tarihin kaydettiği pratik farklı olmuştur. Ama Müslüman toplumların siyasi kültürlerini meydana getiren ana kodlar bu kaynaktan neş’et etmiştir. Bugün derin bir krizin içinden geçiyoruz. Batı’dan aldığımız laiklik, cumhuriyet, demokrasi vb. kavramlar, bu çerçevede semantik müdahalelere ve geleneksel siyasi kültürümüzün meşruiyet çerçevesinde bir temel bulmaya açık mıdırlar yoksa Batı evrenselciliğinin tanımladığı gibi sabit kareler şeklinde dondurulmuş mudurlar? Bu soru siyasi krizimizin esasını teşkil etmektedir. İslam’la, İslam’ın tarihi itikadi-kelami mezhepleri, felsefi akımları ve ekolleriyle yüzleşmeden bu soruya cevap bulamayız.

İslam Düşüncesi Haberleri

Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı
Yaratılış gayesinden uzaklaşan insan huzurlu olamaz!
Öncelikli hedef neden tağuti otoritedir? Ve asabiye gündemleri geri itilmelidir!