Mustafa Kemal’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” mottosu Batı’yı kıble edinen Türk ulus kimliğinin kendi kendini hadım etmeyi, iktidarsızlaştırmayı kabul ve itiraf edişinden daha öteye bir mana ve ehemmiyete sahip değildir. Suriye ve Irak’a ilişkin yürütülmek istenen siyasetin önünün almak isteyen seküler kaygılı her girişim bu fabrika ayarlarına dönüş vurgusu yaparken aynı zamanda bir pasif duruşu, edilgen rolü hatta bir işbirlikçi misyonu işaret etmektedir. Siyasal ve kültürel literatüründe Arapları pis, Müslümanları ilkel, İslam coğrafyasını bataklık olarak kodlayan mantıktan başka bir davranış biçimi de sadır olması hiç mümkün mü?
Son dönemdeki dış politika eleştirilerinin üzerine kurulduğu söylemler her ne kadar “fetihçi ruh, neo-Osmanlıcı politika, Sünni İslamcılık” kritikleri gibi gözüküyor olsa da en başat kaygı Batı’yla ters düşmek ve İslam toplumlarıyla yakınlaşmak temelinde şekillenmektedir. Suriye ve Irak’ta estirilen devlet terörlerini tahkim etmek üzere devreye giren Amerika ve Rusya işgallerini kimi zaman görünmez kılmak kimi zaman temize çıkarmak üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden Türkiye’nin Sünni mezhepçiliği yaparak bölgeyi kaosa sürüklediğine ilişkin söylemler işte bu seküler kaygı sebebiyle tavan yapıyor. İdeolojik, siyasi, kültürel, iktisadi alanlarda Batı’ya hayran ve bağımlı yaşayan seküler iktidar sınıflarının diplomatik alanda bağımsız davranıp ahlaki kaygıları öncelemesi zaten düşünülemezdi.
Ne İstiklal Ne de İstikbal Umurlarında
“Mezhep çatışması çıkar ha!” diye başlayıp bir dizi korku ve endişeyle çeşitlendirilen analizlerin esasını Türkiye’nin hiçbir devletin iç işlerine karışmamasını salık vermek abuk-sabuk klişeler oluşturuyor. Mezhep savaşının dik alası şu kadar yıldır Suriye ve Irak halkının başına bomba olarak yağıyor da şehirler ateş gibi viraneye, şehirliler sel gibi mülteciye dönüşüyorlar. Bu yıkıcı akıbetin hızla bütün İslam coğrafyasını sarmak üzere olduğu sanki bir sırmış gibi Suriye ve Irak’tan uzak durmayı salık verenlerin feryadı daha bir yüksek çıkmaya başladı bu aralar. Çünkü Fırat Kalkanı Harekâtı ve Lozan Anlaşması tartışmalarıyla başlayıp Musul’a dair takınılan pozisyonlar despotik ve emperyal rejimler kadar onları da rahatsız etti.
Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgeye dair yüzeysel bir bakış dahi risklerin ne kadar yüksek, tehlikelerin ne kadar büyük ve yakın olduğunu derhal idrak eder. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “bekledikçe sorunlar üzerimize geliyor. Kendi göbeğimizi kendimiz kesmemiz gerekiyor” çıkışı sadece sonuçlar üzerine düşünmenin Türkiye’yi ne kadar ağır bir yükün altında ezdiğinin ifadesidir. Fırat Kalkanı Operasyonu için Türkiye’nin kimseden izin almadığını sadece bilgi verdiğini beyan eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ve Irak politikasının ayrıştırılamayacağına dikkat çekerken kurduğu şu cümle önümüzdeki döneme dair diplomasinin nasıl şekilleneceğini de izhar ediyordu: “Biz kendi istiklalimizi ve istikbalimizi korumak için mücadeleyi nerede yürütmemiz gerekiyorsa orada olmak istiyoruz. Şu anda bunun yeri Musul'dur. Öyleyse biz Musul'da olacağız.” Bu çerçevede güya Irak Başbakanı sıfatıyla Türkiye’ye yönelik tehditler savuran Haydar el-İbadi’nin iplerini elinde tutan Amerika ve İran’a açık bir rest çekildiği ortadadır.
Müslüman topluma karşı işlenen ağır suçların giderek arttığı, İslam coğrafyası üzerinde krizi ve çatışmayı ağırlaştırılmış bir kronik hastalık haline sokacak operasyonların rahatça yapılabilmesi için nasıl bir yöntem izleniyor? Aynı konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “bizi PKK ve DEAŞ ile oyalayıp Musul’dan uzak tutmaya çalışıyorlar” vurgusu dikkat çekicidir.
Yaman Çelişkide İnat Edenler
Mevcut rolü güle oynaya tercih etmek istenmese de şartların Türkiye’yi buna nasıl zorlamakta olduğunu MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli şu şekilde ifade etmekteydi: “Türkiye'nin içe kapanması mümkün olmadığı gibi doğru da değildir.” Her ne kadar Bahçeli bu konuşmasında alışıldığı üzere bol bol Türklük gurur ve şuuruna atıflar yapıyorsa da daha yoğun bir biçimde Haçlı projelerine itiraz edip Amerika, Fransa ve Almanya’nın emperyal siyasetlerine karşı İslam âleminin alması gereken tavırları da konu edinmektedir. Şam’la, Halep’le, Musul’la, Kerkük’le ortak kader ve kıble vurgusu yapıyor oluşu basite alınmamalı. MHP lideri olarak Bahçeli klasik manada bir ulus devletin bekası kaygısıyla hareket eden siyaseti şu ya da bu şekilde, o veya bu kaygıyla aşmak durumundadır. Bu sebeple klasik bir PKK ve bölücü örgütle mücadele konseptine sıkıştırılmış bir söyleme razı gelmemektedir artık.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Musul tartışmaları bağlamında bir taraftan hiçbir surette Lozan Anlaşması’nı tartışmaya açtırmayan son derece tahammülsüz tutumuyla diğer taraftan da şu hissiyatıyla kamuoyunun önüne çıkışı çok manidardı: “Musul konusunda Türkiye'nin masa dışında tutulması en büyük yenilgilerimizden biridir.” Bu ne yaman çelişki! HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş’ın duruşu da pek farklı değil esasen. HDP lideri Demirtaş’ın “Ortadoğu'yu kan gölüne çevren temel hata ırkçılık, mezhepçiliktir” sözüyle itham ettiği, hedef haline getirdiği elbette ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın temsil ettiği siyasal çizgi ve despotik iktidarlara başkaldıran İslami hareketler. Ne Amerikan işgalinden, ne Rusya’nın aman vermeyen bombardımanlarından, ne İran’ın mezhepçi fanatizmiyle giriştiği katliamlardan şikâyet ediyor PKK’ya müzahir çalışan Demirtaş. Tek hatta biricik dertleri var PKK-HDP kadrolarının: “Bu tarafına PYD'yi bu tarafına PKK'yı alsaydınız, akıllı olsaydınız.”
Siyaseti ve diplomasiyi öncelikle bu gibi seküler-ulusalcı iktidarsızlık hastalıklarından arındırmak gerekiyor. Türkiye’de siyaset ve topluma Amerika, Rusya veya bölgedeki despotik iktidarlar kadar bu hastalıklı ve saplantılı kimlikler zarar veriyor.