Malum bir hikâye ama siyasetin sağduyuyu zorladığı dönemlerde defalarca karşımıza çıkan da bir hikaye… Milattan önce 280 yılında bir Grek topluluğu olan Tarentum’un kralı Pirus, Roma kentine saldırır ve savaşı kazanmak için her şeyini ortaya koyar. Sonunda Roma’yı yener de… Ama o denli yıpranmıştır ki sonrasında arta arda yenilginin önünü alamaz. Kendisini yenmiş gördüğü o an aslında yenilgiler sürecinin de başıdır…
Bu referandum benzer bir durumu akla getiriyor. AK Parti’yi peşinden sürükleyen Erdoğan/Bahçeli işbirliği, daha önce hiç olmayan bir popülizme sapmasına, OHAL’den yararlanarak propaganda eşitsizliği yaratmasına, medya üzerinde sıkı denetim uygulamasına ve beka kaygısı sayesinde seçmeni ideolojik kuşatma altında tutmasına karşın ancak yüzde 51 alabildi. Üç büyük şehir bir yana, İstanbul’un Çekmece’si, Eyüp’ü, Üsküdar’ı kaybedildi.
***
Oysa Kasım 2015 seçimlerinde AK Parti ve MHP’nin toplam oyu yüzde 61.4 idi… Yani tam 10 puan kayıp var. Üstelik Kürtlerin yoğun olduğu illerdeki “evet” lehine oy kaymaları iki puanlık bir katkı olduğunu ortaya koymakta. Dolayısıyla AK Parti ve MHP’nin ortak kaybı 12 puan. Bu noktada referandum öncesi saha çalışmalarının verilerine dönersek, söz konusu 12 puanın 6 puanının MHP, 6 puanının ise AK Parti tabanındaki “fire” olduğunu öne sürebiliriz.
Her ikisi de sürpriz değil… MHP’deki yırtılma zaten siyasete yansımış durumda. AK Parti’deki rahatsızlık ise ilke kez Haziran 2015 seçimlerinde fark edildi ve tabanın yüzde 10-15 civarı olduğu hesaplanmıştı. Referandumdaki 6 puanlık kayıp bu rakamı doğruluyor ve muhafazakar topluluk içinde normatif bir ayrışmanın konsolide olduğunu söylüyor. Unutmamak lazım ki bu 6 puanın tümü doğrudan “hayır” diyenlerden gelmiyor. Örneğin, tepkinin yarısı sandığa gitmeme şeklinde tecelli etmiş olabilir. O durumda AK Parti tabanının yüzde 8 kadarının sandığa gitmeyip bir o kadarının da “hayır” dediği öngörülebilir. Diğer deyişle karşımızda demokratik normlar konusunda hassas, tek adam yönetimine koşulsuz güven duymayan bir yüzde 15’lik kesim bulunuyor.
Bütün kurumsal gücü elinde toplamış, siyasi tasarruflar açısından yetki eksiği olmayan, yargı ve yasamayı yönlendirme kapasitesine sahip bir merkeziyetçi yönetimin başarılı olamayacağını, hatta belki de partiye, topluma ve ülkeye zarar verebileceğini düşünen bir kesim… Kritik nokta ise şu: Bu farklı bakışa sahip olan muhafazakârlar gökten inmedi. Onları AK Parti’nin ilk 10 küsur yıllık demokrasiyi güçlendiren pratiği yarattı. Çok ufak sayılarla başlayıp bugün bir sosyolojik alt kimlik haline geldiler ve kimse endişe etmesin ki önümüzdeki beş yıl içinde yüzde 20-25 aralığına doğru genişleyecekler…
***
AK Parti bu değişimi idrak edecek mi, yoksa “atı alıp Üsküdar’a gitmenin” siyaset olduğunu sanmaya devam ederek aynen Pirus misali kendi dejenerasyonuna mı neden olacak göreceğiz. Tek yetkili olma arayışının nihayette toplumu ortadan bölmüş olduğu ve şu anki hükümet ve Cumhurbaşkanı tavrıyla bunun tamir edilmesinin çok zor olacağını düşünürsek, Üsküdar’ın AK Parti’den daha da uzaklaşması hiç şaşırtıcı olmaz.
Pirus da bildiğimiz gibi uygun konjonktürü yakalayıp atını alarak Roma’ya geçmişti ama Roma’yı yönetemedikten sonra Roma’ya girmişsiniz ne yazar… “Oldu bitti” mantığıyla ilerlediğinizde sırtınızda her etapta daha da biriken bir maddi manevi yük birikmeye başlar ve bunu öylesine önemsemek zorunda kalırsınız ki gerçek yapmanız gereken işi yapamazsınız. Nitekim düşmanları Pirus’la çok uğraşmadılar… Zaferinin en tepe noktasını yaşadığını sanırken aslında kendi yenilgisinin koşullarını hazırladığını görerek suyu akışına bıraktılar.
Ama Pirus’u yine de mazur görebiliriz… Ne de olsa Üsküdar’ı bilmiyordu.
Karar