"Siyâset Toplumsalın Gerisinde midir?"

Süleyman Seyfi Öğün, Yeni Şafak'ta kaleme aldığı yazıda tarihî süreç içinde değişen/gelişen siyaset-toplum (teb'a) ilişkisini ele alıyor ve verdiği misallerle bu ilişkinin teorik-pratik açıdan tutarlılığını sorguluyor.

Süleyman Seyfi Öğün - Siyaset Toplumsalın Gerisinde midir? / Yeni Şafak

Bâzı hükümler, üzerinde fazlaca düşünülmeden, tekrar edile edile yerleşiyor ve tartışılmaz doğrulara dönüşüyor. Bunlardan birisi de, Türkiye'de “siyâsetin toplumun gerisinde kaldığı” yolundaki hâkim hükümdür.

Siyâset aslında fiilen ve tanım gereği, toplumsalın önünde değildir. Siyâsal alan, ya da küre, kuruluş temelleri îtibârıyla kendisini zâten toplumsalı izlemekle mükellef görmemiştir. Geleneksel dünyâlarda, modern toplumsalın ham maddesi olarak görebileceğimiz “teb'a”ya karşı siyâset bir “üst alan” olarak tasarlanır. Hükûmet etmenin hikmetleri, yâni meşruluk dayanaklarının parametreleri teb'anın irâdesi doğrultusunda siyâset yapmayı ilke edinmez. Teb'adan gelebilecek ve kalkışmaya dönüşebilecek muhtemel tepkiler dikkâte alınır elbette. Roma'da siyâsetin sâhib-i aslîsi olan patriçiler, siyâset yaparken, pleblerden gelebilecek muhtemel tepkileri dikkâte alıyordu; tıpkı Osmanlı siyâsetinde havass'ın avamdan gelebilecek tepkileri dikkâte alması gibi. Ama, siyâsal karar almanın ikliminde bundan önce gelen kıstaslar mevcuttu.

Modern dünyânın dinamikleri geleneksel “teb'a”“ toplumsal”a dönüştürdü. Daha önemlisi, siyâseti, aşama aşama toplumsal ile temellendirdi. Ezcümle, siyâset, “üstün” konumunu, en azından doktriner düzeyde kaybetti. Modern dünyâda biliyoruz ki, hiçbir siyâset toplumsallık dışı bir temelde meşruiyet kazanamaz.

Modern siyâsetin, toplumsaldan meşruluk alması, hattâ toplumsala hesap vermek zorunda bırakılması târihsel olarak ileri bir adım olarak anılıyor. Buna, moral-doktriner düzeyde kimsenin bir îtirâzı olabileceğini sanmıyorum. Ama bu zorunluluk, siyâsal târihe; özel olarak da siyâsal iktidâr pratiklerine yeni hünerler kazandırmış olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Siyâsetin uygarlık hiyerarşisinde, toplumsal ile özdeşleşmesini dumura uğratan ve gerileten de bu yeni hünerleri oldu.

Her şeyden önce siyâsetin modern donanımı onun elini güçlendirdi. Siyâsetin moral-doktriner gerçekliği toplumsalı siyâsetin merkezine koymak iken; siyâset bunu by-pass edebilecek teknikler geliştirdi ve “toplumsalı oluşturmak” yoluna gitti. Ezcümle modern dünyâda mühendisliği olmayan bir siyâset yoktur. Yâni “toplum mühendisliği”, çoğu kez zannedildiği gibi bir “siyâsal arıza” değil, bizzat siyâsetin gerçekliğidir. Modern dünyâda siyâsetin hesap verdiği toplumsal, meselâ 18. yüzyılda öngörülmüş olduğu üzere, “özerk” yapılara karşılık geliyor değildir. 19 ve 20. yüzyıllarda toplumlar, yaygın zannın aksine, özerk-sivil formasyonlar değil; özellikle çok katmanlı kültürel süreçlerden geçirilen; yâni inceden inceye mühendisliği yapılan edilgen oluşumlardır.

Nihayetinde siyâsal iktidârlar, kendi oluşturdukları toplumsala hesap veriyor ve bu suretle de târihsel olarak sâhip olup; modernlikle birlikte kaybetme riski yaşadıkları imtiyazlarını korumuş oluyorlar. Hâsılı modern siyâset, dünyânın hiçbir yerinde “toplumsal”ın arkasında değildir. Tam tersine, her yerde önündedir. J.Baudrillard gibi zeki ve kavrayışlı yazarlar, modernliğin toplumsal umutlarının aslında ne kadar kırılgan, zayıf ve güvenilmez olduğu gerçeğini çarpıcı bir şekilde ortaya koydular.

Buraya kadar yazdıklarımızın sağlamasını yapabilmek îtibârıyla ileri demokrasilerin dünyâsına bir bakalım. Reel siyâset pratikleri gözetildiğinde kendi kurucu moral doktinlerini bizzat kendilerinin çiğnediğini görüyoruz. O özgür, inisiyatif sâhibi Batı siyâsal kamuoyları, siyâset sınıflarına dönüp; “Saddam'ı, Kaddafi'yi diktatör diye devirdiniz. Neden Esad sözkonusu olduğunda kılınız kıpırdamıyor? Neden Sisi'ye Mısır'ı kurtaran kahraman muamelesi yapıyorsunuz?" diye sormuyor. Çünkü bu ilkesel sorgulamayı yaptırmayacak bir siyâsal mühendislik devreye giriyor ve modern Batı kamuoylarının zihin dünyâlarının derinlerine yerleştirilen “kötü, barbar, kan içici Müslüman” imgesinin reel karşılığı olarak IŞİD tehlikesi öne sürülüyor. IŞİD tehlikesine karşı oluşan cephede yer aldıktan sonra her türlü sorgulamadan münezzeh olabiliyorsunuz. Hattâ bu yeni düşman eski husûmetleri de sona erdiriyor. İran, Mısır, Ürdün istediği kadar anti-demokratik olsun, hepsi aklanıyor ve sempatinin konusu hâline getiriliyor. Diğer taraftan, bütün eksikleriyle birlikte de olsa demokrasisini sürdüren Türkiye ise IŞİD yanlısı olmakla suçlanabiliyor.

İşin şaşırtıcı tarafı, yerleşik ve egemen doğrularda şekillendirilen siyâsal-toplumsal ortodoksilere (doğru yol) karşı gelişen; sözüm ona muhalif siyâsal toplumsallıkların; yok mertebesindeki zavallılıklarıdır. Tarihsel diyalektiğin cilvesi olarak yerleşik siyâsal mühendisliklere taş çıkartan ortodoksiler gelişiyor bu hareketlerde. Bu alternatif ortodoksiler üç katmanlı bir yapıda karşımıza çıkıyor. Söylem ve dilde “softcore” Wilsonyen-Leninist kırması; örgütlenmede “hardcore” Stalinist, pratik siyâsette ise alabildiğine “oportunist”... Hâsılı, bugün dünyâ siyâsetinde ya moral siyâsal kodlara namuslu bir şekilde sâhip çıkacak; bedel olarak yalnız bırakılıp diz çöktürüleceksiniz; ya da yerleşik ya da muhalif cephelerde aynı senaryonun edilgen aktörleri olarak derin husûmetlere gömülüp boğazlaşacaksınız. 21. yüzyıl, bakalım bu sarmalı kırabilecek mi?...

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!