Siyasal ve toplumsal analizler efsanelere değil, gerçeklere yaslanmalı!

Ali Osman Aydın Yeni Akit'teki yazısında Kemalizm'in despotik yönünü bugün hala yaşatmak isteyenlerin Türkiye toplumsal ve siyasi hayatından bihaber olduklarına ısrarcı bir şekilde efsanevi söylemler ile Kemalist tek parti dönemini övdüklerine değiniyor.

Özdemir İnce geçenlerde Cumhuriyet’te yine ilkellik ve halk düşmanlığı kokan bir yazı kaleme almış. İnce yazısında “Çok partili rejime 25 yıl erken geçtik” demiş. 1908’de Osmanlı Meclis-i Mebusanı çok partili bir meclisti zaten ama İnce’nin kastı bu değil tabii. Menderes döneminde, Tek Parti tarafından budanan dini eğilimlerin canlanmasını bir tehdit olarak gördüğü için “Tek Parti idaresi 1975’e kadar sürmeli ve bu toplumu kurşun asker gibi tek tip hale getirmeliydi” demek istiyor, mealen. Çünkü sendika yasak, dernek yasak, parti yasak, gazete yasak, muhalefet yasak, özgür düşünce yasak olunca halka arzu edilen şekil verilebilirdi diye düşünüyor.
Aslında bu çok sık kullanılan bir argüman. Bunun, “Atatürk on yıl daha yaşasaydı neler neler olurdu” şeklinde başka bir versiyonu da var. Bunun altında yatan şey Cumhuriyet devrimlerinin öneminin fazla abartılması ve cumhuriyetin kuruluş yıllarıyla ilgili oluşturulan efsanelerin gerçek zannedilmesi! Bunları öne sürenler, yedi düvelle savaşıldığına ve devrimlerin halk üzerindeki etkisinin çok büyük olduğuna inandıklarından, “Atatürk yaşasaydı” ya da “Tek Parti devam etseydi devrimler halkı tamamen dönüştürecekti” diye düşünüyorlar.

Bence bu çok basit ve temelsiz, kuruluş dönemi efsanelerine dayana bir tez. Bu tezde halk çok edilgen. Dış güçler faktörü yok. Mesela, Türkiye’yi 20’lerde İngiltere’ye, 30’larda Sovyet Rusya’sına, 40 ve 50’lerde Amerika’ya yaklaştırıp “uydu devlet” haline getiren konjonktür hesaba katılmamış.

Bir kere cumhuriyet sonrası çok partili hayata geçiş siyasetin olağan akışından yahut İsmet Paşa’nın lütfundan kaynaklanmadı. Diktatörlüklerin modası sona ereli çok olmuştu. Mustafa Kemal ta 1930’da, Ali Fethi Okyar’a, “Bugünkü idare şeklimiz sözde cumhuriyet ise de cumhuriyetten ziyade diktatörlüğe benziyor”demişti. Dünyadaki değişimlere ayak uydurmakta gecikilmemeliydi! Göstermelik olarak ikinci bir parti gerekiyordu. Demokrat Partinin iktidar yolu böyle hazırlandı.

İnce gibilerin öne sürdükleri bu tezin bir diğer sorunlu yanı Cumhuriyet ile son Osmanlı bürokratik yönetimi arasında keskin bir ayrım olduğunu düşünmeleri. Sanki cumhuriyet her şeyi sıfırdan, yeniden inşa etmişti… Halbuki üst yapı kurumlarındaki bir kaç yüzeysel şey dışında ciddi bir değişim söz konusu değildi. Ankara hükümetinin Basın Yayın Genel Müdürlüğünü yapan Muhiddin Birgen K. Karabekir Paşa’ya yazdığı mektupta hayal kırıklığını şöyle anlatıyordu: “Anadolu mücadelesinin başarı ile sonuçlanabilmesi, askeri harekatın bir sosyal hareketle birlikte yönetilmesine bağlıdır. Ankara’ya bazı arkadaşlarla bu düşünceyi savunmak üzere geldik, bir yıl uğraştık, sonunda eski ‘İstanbul Hükümeti’nin yalnız ad değiştirerek tekrar Ankara’da kurulduğunu gördükten sonra görevimizin sona erdiğine karar verdik.” Cumhuriyette yeni olan, güçlü bir biçimde kullandığı propaganda aygıtıydı. Onunla Osmanlıyı dilediği gibi karalayıp, kendini, yepyeni bir sistem kurmuş gibi kitlelere kabul ettirmeye çalışıyordu.

Abdülhamid’in şahsi idaresini bir kenara koyarsak, Osmanlı idaresi uzun süredir sömürgeci devletler ve onların uluslararası şirketleriyle işbirliği içindeki bürokrasinin tahakkümü altındaydı zaten. Bu yüzden Osmanlı Türkiye’sinin 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan sömürgeleştirme çalışması Cumhuriyet paravanı arkasında daha da güçlenerek ve hatta hızlanarak devam etti. (1950’de de durum pek değişmemişti ancak izlenen politikalarla zenginlik dar bir çevrenin dışına çıkarak tabana yayılmaya başlamıştı.)

Bu olgu anlaşılmadığında milli mücadelenin antiemperyalist olduğuyla ilgili tekerlemeler tekrar edilmeye devam eder. İsmet İnönü, Cumhuriyetin ellinci yılı dolayısıyla verdiği demeçte; istiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur. (Milliyet 29 Ekim 1973)” diyerek, emperyalizme karşı değil, emperyalistlerin güç savaşları arasında ve onların himayesinde harbin kazanıldığını itiraf ediyordu.

Zaten İngiliz generali A.Ravlinson, “Bolşevik yayılmasına karşı, Türkiye’de güçlü bir yönetimi destekleyeceklerini” ta 1920’de söylemişti. Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi adlı kitabının bölümlerinden biri de, “Emperyalistlere karşı çıkmadan anti-emperyalist savaş”tı.

Halk laiklik adıyla dinine uygulanan baskıdan da, devletin maddi baskısından da bıkmıştı ve bir çıkış yolu arıyordu. Burhan Felek 19 Nisan 1950’de” halkın, ”Bizi hoş tutan ve ekmeği ucuz yediren adamlar istiyoruz.” dediğini yazıyordu. Hür teşebbüsün önü açılır ve ekonomik şartlar iyileştirilirse, gerisini halk hallederdi…

Serbest Cumhuriyet Fırkası bu şartların değişebileceğiyle ilgili bir kıvılcım çakmıştı ama devlet derhal o kıvılcımı söndürmüştü. Kemalizm kentli bir bürokratik hareket olduğu için taşraya nüfuz edememişti. Gittiği yerlerde Mustafa Kemal’e padişah diye hitap edenler bile oluyordu. Halkın % 80’den fazlasının kırsalda yaşadığını düşünüldüğünde Kemalizm’in ne kadar sınırlı bir alana hapsolduğu anlaşılır. Dolayısıyla devrimlerin İnce’nin zannettiği gibi bir etkisi söz konusu değildi. Hatta Tek Parti yönetimi bile devrim kanunlarından vazgeçmeye hazırdı.

27 Nisan 1950 tarihinde açıklanan CHP seçim beyannamesinde, anayasadan altı okun çıkarılmasına bile yer verilmişti. Bugün olsa kıyamet kopar… İsmet İnönü buna ilişkin, 26 Mart 1950’de Cumhuriyet ve Ulus gazetelerine verdiği demeçte: “Halk Partili vatandaşlarıma söyleyeyim ki, bizim inandığımız altı oklu prensiplerin anayasadan çıkarılması tabii olacaktır” der. “Atatürk ilke ve inkılapları ne olacak?” diye tek bir ses yükselmez, çünkü kimsenin özde böyle bir derdi olmadığı gibi bunların değişen Türkiye’ye bir şey vermeyecekleri konusunda CHP’nin de içinde olduğu bir ittifak vardır.

İnce “Tek Parti iktidarı 25 yıl daha devam etseydi AKP diye bir İslamcı parti 20 yıl iktidarı işgal etmez, R.T. Erdoğan adlı biri siyaset sahnesine çıkamazdı” diyor yazısının devamında.

“Erdoğan siyaset sahnesine çıkamazdı” çünkü tarihsel anlamıyla islamcılık, bitirilirmiş olurdu demek istiyor. Kemalistler bu ülkeyi ve insanını gerçekten tanımıyorlar. Gelin, Düğün, Diyet üçlemesinin ve Türk sinemasının en önemli yönetmenlerinden Lütfi Akad halkın doğasındaki gücü son derece gerçekçi bir gözlemle şöyle tasvir ediyor: “Bana kalırsa Türk insanının yarattığı bu ivmeyi (50 ve 60’lardaki kalkınmayı ve köyden kente göçü kastediyor) kimse yaratmadı. Liderler hiçbir yere götürmedi bu halkı. Bu Türk insanın doğrudan kendi ivmesi… Büyük şehirlere göç ve tutunma sıradan insanların yapacağı bir şey değil… Halk Anadolu’ya nasıl gelip yerleşmişse, büyük devinim içinde; her şeye rağmen, liderlere rağmen, hükümetlere rağmen aynı şekilde ivmesini sürdürmüştür…”

Dolayısıyla İnce’nin gönlünde Kuzey Kore gibi tek renkli, tek sesli bir diktatörlük yatsa da, Türk halkının uzun vadede böyle bir oluşuma hayat hakkı tanımayacağı yukarıdaki özetten çıkarılabilir. Çünkü Türk insanı en katı, en despotik uygulamalar altında bile kimi zaman sessizce beklese de bulduğu ilk fırsatta Akad’ın söylediği gibi coşkun enerjisiyle akmayı, meydana getirmeyi, inşa etmeyi, kendi mizacına uygun hareket etmeyi bilmiştir. Bana kalırsa, “Tek Parti” iktidarı uzasaydı muhtemel ki Türk insanının İslami eğilimleri de, müteşebbislik kabiliyetleri de güçlenirdi.

Gündem Haberleri

Bugün kılıç çekenlere göz yumarsanız yarın cuntalarla boğuşursunuz!
Başörtülü öğrencilerin oyları geçersiz sayıldı
Saadet Partisi'nde yeni genel başkan Mahmut Arıkan oldu
Öğretmenler, Gazzeli meslektaşları için yürüdü
Erdoğan: İslam alemi Gazze konusunda ortak tavır almalı