Necmettin Özdin / Siyaset Bilimi ve Ulus. İlişkiler Bahçeşehir Üniversitesi / Star
Başkanlık sistemi Türk siyasal hayatının en çok konuşulan ama hakkıyla tartışılamayan bir konu başlığı olmuştur. Çok partili hayata geçtiğimiz günlerden beri belki gündemden hiç düşmeyen bu konu üzerindeki tartışmalar kişiselleştirilerek hep gündem dışına itilmiş, kaçan fırsatlara bir diğeri eklenmiştir. Son yıllarda da temel gündemlerimizden olan başkanlık sistemi analizlerinde şu tarz yaftalamalar hiç eksik olmamıştır: ‘Tek Adam’, ‘Federalizm’, ‘Üniter Devlet’ ve ‘Otoriterlik’... Başkanlık sistemini anlamak tarihi-sosyolojik gerçekler ışığında Türkiye’nin sosyolojisini, siyasi kültürünü ve jeo-stratejik konumunu anlamak ve tartışabilmek olması gerekirken, konunun olabildiğince basitleştirilerek kişiselleştirilmesi maalesef artık bir gelenek olmuş durumdadır.
Karşılaştırmalı Siyaset Bilimi’ne hâkim olan sosyolojik ve kurumsalcı yaklaşımlar ülkelerin siyasal sitemlerini analiz edilmesi noktasında farklı metodolojiler sunmalarına rağmen her iki yaklaşımda son tahlilde Türkiye özelinde bize ciddi ipuçları sunmaktadır. Sosyolojik yaklaşıma göre, toplumların siyasal sistemlerinin oluşması, gelişmesi ve belli bir yönde ilerlemesi temelinde bazı köklü sosyolojik değişimler eliyle gerçekleşmektedir. Bu yaklaşıma göre, örneğin İngiliz siyasal sisteminin sanayi devriminden bugüne değişiminin temeli sınıfsaldır; Amerika’da bu durum daha çok özgürlükler temelinde gelişirken, Fransa’da ideolojik planda yoluna devam etmiştir. Kurumsalcı yaklaşım da, siyasal sitemin analizinde kültürel öğelerin yerine daha çok, seçim sitemi, parti sistemi, seçmen davranışı vb. teknik verileri konuya dâhil ederek var olan durumun adını koymaktadır. İster sosyolojik ister kurumsalcı yaklaşım tercih edilsin, Türkiye’deki mevcut siyasal sistem ciddi manada sorunludur ve yürümesi de mucizedir.
Karşılaştırmalı analiz
İngiltere parti sistemi ülkenin iki büyük partisi olan Muhafazakârlar ve İşçi partisi etrafında şekillenen iki-partili sistem olarak literatüre geçmiştir. Son yıllarda bir üçüncü parti olarak Liberal Demokrat partisinin bir yükselişi olmuş ise de son seçimlerde İngiliz seçmen siyasal sistemi tekrar iki-partili sisteme çekmiş ve David Cameron liderliğindeki muhafazakâr partiyi iktidara taşımıştır. 2010 yılında gerçekleşen Muhafazakâr-Liberal koalisyonu da ikinci dünya savaşından bu yana yaşanan bir ilk olmuştur.
İngiliz siyasi kültürü ne kadar gelenekselci, üniter ve ağır hareket etmeyi karakter edinmiş bir toplumsal yapı ise, Fransa’da hâkim olan siyasi kültür daha çok siyaset kurumuna karşı şüphe ve güvensizlik, laik bir toplumsal gelenek, sınıf çatışması söyleminden beslenen bir entelijensiya ve bireycilik gibi damarlardan beslenmiştir. Fransız toplumunun siyaset kurumuna olan güvensizliğin temelinde de toplumsal ayaklanma geleneği ve devrim ruhuna olan tarihsel inanç yatmaktadır. Fransız siyasi kültürüne hâkim olan Bireycilik ise Fransız filozof Sartre’ın ‘Başkası cehennemdir’ cümlesinde nihai ifadesini bulmuştur. Fransa’daki yarı-başkanlık sistemi modeli verili bir siyasal rejimden ziyade, daha çok bir durumun adıdır.
Savaş sonrası Fransa’sı 4. cumhuriyet ve parlamenter sistemdi. Vietnam’daki yenilgi, Cezayir bağımsızlık savaşı gibi uluslararası krizler ülkenin siyasal hayatını ciddi manada yıpratarak 4. cumhuriyetin sonunu hazırlamış oldu. Cezayir Bağımsızlık savaşı ile başlayan kamu otoritesi boşluğu ve kriz ortamı kendisine yapılan çağrıya kulak veren De Gaulle’nin geniş bir yetki talep etmesi ve bu minvalde gerçekleşen hukuki düzenlemeler ile 1958 yılında kabul edilen 5. cumhuriyet bugünkü Fransız tarzı başkanlık sisteminin arka planıdır.
De Gaulle, “Fransa’yı yönetmek çok zordur; çünkü bu ülke iki yüz küsur peynir türünün olduğu bir ülkedir” der. Bu ifade, yürütmenin ağırlıklı sorumluluğunun Cumhurbaşkanlığında bulunması, Cumhurbaşkanının Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, kanunları onaylaması ve gerekli gördüğünde halk oylamasına sunması gibi yetkilerin de gösterdiği gibi aslında De Gaulle’nin tüm yürütme gücünü tek bir elde, Cumhurbaşkanlığı makamında toplanmasını sanırım açıklamaktadır. Bir geçiş dönemi esas alınarak kurgulanan bu sistemin siyasi krizlere meyilli olan bünyesi merkez sağ oyları ile seçilen Chirac ve çoğunluğu sol partilerden oluşan bir meclis arasında paylaşılan yürütme erkinin tıkanması ile gün yüzüne çıkmıştı. Diğer taraftan, Amerikan başkanlık sistemi, Fransa’nın aksine tarihi arka planı ile model diyebileceğimiz yönetim tarzı olarak üzerinde durulmayı hak etmektedir. Mevcut Amerikan siyasal rejimi, federalizm, seçim sistemi ve dominant iki parti üzerineoturan parti sistemi ve siyasi kültür temel alınarak oluşturulmuş bir sistemdir.
Alman siyasi kültürünün de bugünkü şekline kavuşması, birbirinden farklı ve çatışma potansiyeli yüksek toplumsal çıkarların uzlaştırılması ve birlikte koalisyon oluşturulması esas alınarak yukarıdan aşağıya kurumsal düzenlemeler sürecinden geçerek olmuştur. Almanya’daki parti sistemi de İngiliz sistemi ile hâkim iki parti noktasında benzerlikle taşımaktadır. İngiltere’nin aksine Almanya’da tek bir partinin tek başına iktidarı alarak hükümet kurması mümkün olmamıştır. Bu gerçekliğin temelinde tarihi-sosyolojik hafıza da derin bir yeri olan, zamanının demokrasi abidesi olarak gösterilen Weimar Cumhuriyeti Almanya’sının Hitler faşizmi ve İkinci Dünya Savaşı tecrübeleri ile sonlanması hadiseleri yatmaktadır. Dolaysıyla, Alman siyasal hayatında tek partinin çoğunluk elde etmesi ve iktidar sahibi olması bizzat sistemsel mühendislik marifetiyle ve bu tarihsel hafıza temel alınarak engellenmiştir. Alman siyasal hayatı bugüne bazen bu iki büyük partinin öncülüğünde gerçekleşen ‘Grand Coalition’ dediğimiz büyük bir koalisyon hükümeti bazen de bu iki partiden birinin yanlarına daha zayıf diğer partileri alarak oluşturduğu daha zayıf koalisyon ile gelmiştir. Dediğimiz gibi Almanya özelindeki bu durum, geçmişin tarihsel hafızası ve onun sosyolojisi temel alınarak kurumsalcı yaklaşımın gösterdiği gibi, karma bir seçim sistemi benimsenmesi vb. unsurlar üzerinden bir mühendislik kurgusu ile gerçekleşmiştir. İkinci dünya savaşı sonrasında inşası başlayan bu kurguda ABD’li siyaset bilimcilerin rolü büyük olmuştur.
Kuvvetler ayrılığı
Amerikan başkanlık sistemi iddia edildiği gibi tek adamlık değil, demokrasilerin temel taşı olan kuvvetler ayrılığı prensibin kalbidir. Yasama alanı olan meclis ile yürütme yetkisini kullanan Başkan arasında tamamen bir yetki ve görev ayrımı vardır. Yürütme yetkisi tamamen Başkan’ın elindedir. Böyle bir Başkanın parlamentoyu feshetme yetkisi yoktur. Kuvvetler ayrılığının güvence altına alındığı Amerikan başkanlık sisteminde, hükümet kadrosunda yer alan bir isim aynı zamanda başka bir organda görev alamaz. Başkan Obama, New York eyalet senatörü olan Hillary Clinton’u Dışişleri Bakanı olarak kadrosuna kattığında görevinden istifa etmiştir. Bu yönüyle, Amerikan Başkanlık sistemini, İngiltere örneğinde olduğu gibi yürütme yetkisini elinde tutan Başbakanın aynı zamanda meclisin bir üyesi olduğu parlamenter sistemden ayırmak gerekmektedir. Bu hassas dengenin temelinde her üç organın her birinin diğerinin faaliyetlerini kontrol edebilmesi fakat hiçbir organın diğerine hükmedememesi kurgusu yatmaktadır. Bunu da sağlayan Amerikan sisteminin merkezinde yer alan ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi ve ‘fren ve denge’ gibi mekanizmalardır. Bu yönüyle Amerikan başkanlık sistemini ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi etrafında tanımlarken, İngiliz parlamenter sistemini ise ‘kuvvetler birleşimi’ olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.
İngiltere’de yürütme yetkisini elinde bulunduran iktidar partisi istediği bir yasa tasarısını meclisteki çoğunluk aritmetiğinden dolayı kolayca geçirebilmektedir. Başkan ise Kongre’nin çıkardığı her hangi bir yasayı veto edebilir; fakat Kongrenin üçte iki oyu başkanın bu vetosunu da geçersiz kılacak güçtedir. Başkanlık sisteminin temelinde lider merkezli işleyen bir siyasal hayat bulunmakta olup, aynı sistem kuvvetler ayrılığı ilkesi ile de yürütme, yasama ve yargı arasında bir kontrol mekanizması kurarak her birini bir diğeri üzerinden dengelemeyi hedeflemektedir. Parlamenter sistemin yürütme erki üzerinde meclisin güvenoyu ve feshetme yetkisi gibi mekanizmanın aksine, Başkan’ın güvenoyu halk ve sandıktır. Buna rağmen ABD’de görevi erken bırakmak zorunda kalan (Nixon ve Clinton gibi) Başkanların olduğunu da biliyoruz.
Amerikan sisteminde, Kongre dış politika ve güvenlik gibi konularda Avrupalı modellere kıyasla daha fazla yetkiye sahiptir. Bunun temelinde de parti sisteminin zayıflığı ve uluslararası anlaşmalar için gerekli olan üçte iki çoğunluk ilkesi gibi kurumsal bazı gereklilikler gösterilir. Ayrıca, toplumsal aktörler, finansal elitler ve lobicilik faaliyetlerini söz konusu süreçteki rollerini de burada anmak gerekmektedir. Fransa ise, tam aksine, Cumhurbaşkanı’na güvenlik ve dış politika gibi hayati konularda oldukça fazla yetki vermiştir. Ayrıca kurumları ve bürokrasisi ile merkezileşmiş bir devlet yapısı da, dış politika yapım sürecinde Fransız halkının katılımını sınırlamaktadır.
Almanya ve İngiltere’deki parlamenter sistemi Başbakanların pratikleri üzerinden gözlemlediğimizde bir Başkansılaşma eğilimi göze çarpmaktadır. Bu Amerikan Başkanlık sisteminin taklidi şeklinde olmamakta belki, ama pratikler özelinde bir İngiliz veya Alman başbakanı temsil ve sahip olduğu siyasal güç anlamında klasik parlamenter sistemin artık çok uzağındadır. Başbakanlık kurumuna ciddi güç kayması söz konusudur ve bu süreç Amerikan tarzı bir başkanlık sistemi modeline daha çok benzemektedir. Tabi burada son on yıl içerisinde dünyamızın geçirdiği siyasi ve iktisadi dönüşümlerin de etkisi yadsınamaz.
Sonuç olarak, bir ülkenin siyasi kültürü, o toplumun tarihini, geleneklerini, değerlerini ve diğer aidiyet unsurlarını yansıtır. Sistemlerin mantığı ve ülkelerin siyasi kültürü arasındaki uyum bize ideal olan modeli gösterecektir. Kaldı ki, hükümet modelleri demokrasinin barometreleri değildir. Amerika başkanlık sistemi ile İngiliz parlamenter sisteminden daha fazla ya da daha az demokratik ülke olmuyor. Siyasal sistemler en nihayetinde bir mühendislik işidir. Seçim sistemleri, hükümet modelleri, parti sistemleri vb. birçok unsur birleşerek bir ülkenin siyasal hayatı ile o ülkenin sosyolojisi ve siyasal kültürü arasında altın oranın yakalanması bir zorunluluktur.