Hereke, Mart 2014. Ders bitimi omzumda kitap ve dizüstü bilgisayarın ağırlığındaki çata ile dik yokuştan E-5 e doğru tırmanıyorum. Hemen yanımda arazi arabası kıvamında, siyah ve fabrikadan yeni çıkmışçasına cilalanmış araba duruyor.
“Hocam sizi yukarıya kadar bırakayım”
Sesi tanıyorum, hoşlanmasam da okuldan mesai arkadaşım. Arabanın ön koltuğuna yerleşirken;
“Her gün benim için spor oluyordu ama nezaketinize binaen ve sizi kırmamak için bineyim”.
Aslında bu ‘burnundan kıl aldırmamak’ değil birkaç kez şahit olduğum, benim değerlerime saygısız birisine minnet etmemek güdüsü.
Rampayı pahalı arabanın güçlü motoru bile zorlanarak çıkarken, mesai arkadaşım nereye gittiğimi soruyor.
“Kartal’dan metro’ya bineceğim, Üsküdar’a kadar yolum var”.
“Ben onların yaptıkları metroya binmem, yolum üstü isterseniz sizi Ataşehir’e kadar bırakayım oradan daha rahat gidersiniz”.
Metro!ya binmeme gerekçesi ilgimi çeken ‘Yol arkadaşıma(!)’
“Arabanız oldukça elit, neden olmasın. Benim bir arabam bile yok” diyerek onay veriyorum.
Kabulümdeki ironiyi anlamayan ya da anlamaya getiren şoför’üm(!)
“Arabam bile yok diyorsunuz, ama geçen sene okuldaki konuşmalarınızdan hatırladığım kadrı ile çocuklarınız ve eşiniz birkaç kez Amerika’ya gitmişlerdi.
“Evet, Hanım ucuz uçak biletlerini takip eder, Üniversiteden ve daha sonra aile dostu olduğumuz bazı akademisyen kardeşlerimiz var. Onların yanında kalıyor ve bize oldukça ucuza geliyor. Çocukların Yabancı Dillerini de geliştirmek için de orada ücretsiz Kilise destekli adaptasyon kurslarına gidiyorlar.”
Aslında benim daha çok beklediğim sinyalleri vermesi için yollarımızı biraz sonra ayıracağımız (!) arkadaş’a yem atıyorum.
“Eskiden çok fazla parti flaması olurdu, şimdi onun yerine yollar afili resimlerden müteşekkil afişlerden geçilmiyor.”
“Evet, geçen gün şu iki apartman arasında devasa bir Akparti afişi vardı, üzerine sprey boya ‘Hırsız var’ ve ‘ Berkin’in katillerine oy yok’ yazmışlar. Şimdi kaldırmışlar. Keşke kaldırmasalardı çok hoşuma gitmişti.”
Pandoranın kapağı açılmıştı bir kez artık yemlemeye gerek yoktu. Peş peşe salvolar gelmeye başladı.
“Yeğenim diyor ki, ‘elleri kırılsın Akparti’ye oy verenlerin. Bende nefret ediyorum onlardan. Satılmadık yer bırakmadılar. Hiç sevmediğim Fethullah Hoca geçen beddua etti ya bunlara, ilk defa bana sempatik geldi. Ne kadar doğru söyledi, evlerine ateşler yağsın bunların. Burası nezih ve rant yapan bir yerdi. Şuraya kocaman bir cami yaptılar ve ortalık zengin Araplarla doldu. Hergün cenaze, vakit namazları buralar tıklım tıklım”
“Evet, bir hayli Arap geldi Türkiye’ye. Kamplarda, parklarda kalanları görüyorum bazen”
“Nefret ediyorum onlardan. Akp iktidarı Türkiye’yi Ortadoğu ülkesine çevirdi, Amerika’nın kuklası yaptı.”
Ara ara çantamın ön yüzünü çeviriyorum dikkat çekmek için. Sonunda dikkatini çekiyor ve ön yüzdeki ‘Rabia Logo’sunu görüyor.
“Akparti’nin işareti değil mi o?”
“Öyle mi! ben de bilmiyordum!”
Nihayet Ataşehir’e geliyoruz. Bir otobüs durağında, karnı tok sırtı pek, benim çıkınımdaki kırıntılara tamah etmeyeceğini çok iyi bildiğimden ikramda bulunmadan, yol arkadaşımdan yolum ayrılıyor. Başörtüsü yasağı kalktığında bile ‘Kılık kıyafetinden dolayı hiçbir öğrenci dersten çıkarılmayacak’ resmim yazısı gelene kadar başörtülü öğprencileri dersine almayan yolarkadaşımın(!), altındaki markasına bile dikkat etmediğim, siyah, yüksek tabanlı arabasından iniyorum
…
Şubat 2014, Anadolu’da bir şehir. Çok sevdiğim bir ağabeyimin çabaları ile düzenlenen, Suriye halkı yararına bir organizasyonda misafirim. Büyücek bir düğün salonunda ağabey’im beni takım elbiseli, sinekkaydı tıraşlı elit görünümlü bir beyefendi’nin yanına oturtuyor. Az sonra onun kadar olmasa da takım elbiseli bir başka bey öbür yanıma oturuyor. Birincisi Akparti İl başkanı, ikincisi yine Akparti İlçe Belediye Başkanı imiş. Arada kumpasa gelmiş gibi duruyorum. İl Başkanı söze giriyor;
“Ne olacak Suriye’nin hali?”
“Hayat bazen yokuşlarla doludur.” Diye cevaplıyorum, lakin söyleyecek sözleri var ki, İl Başkanı devam ediyor.
“Biz yanlış mı yapıyoruz? Oradaki insanları silahlandırmakla ayaklanmaya destek vermekle. Daha çok kan dökülüyor.”
Beyefendi’ye Musa’nın kavmini, zulümden kurtulmak için ve kurtulduktan sonraki sıkıntılarını, 40 yıl çölde dolaştıklarını ve Kavminin bazılarının ona “Bize sen gelmeden önce de zulmedildi, şimdi de zulmediliyor. Rabbine dua et de bize Mısırdaki gibi kabağından, mercimeğinden, sarımsağından versin dediklerini aktarıyorum. Arkadaş pek oralı değil, bu politika’nın Türkiye’nin yalnızlaştığını, ekonomik külfetler de getirdiğini söylüyor.
Uhud savaşından söz ediyorum, gençlerin savaşı istediğinden, Allah Resulü’nün ‘Şehirde kalıp savunma yapalım, çıkmayalım’ sözlerine rağmen insanların şevklerini kırmamak için savaşa çıktığından. Bazı Münafıkların bunu kullanarak birçok kişiyi yolundan çevirdiklerinden, hatta ‘Allah Resulü geri döndü’ diyerek yalan bile söylediklerinden bahsediyorum. Savaş meydanındaki yenilgiye rağmen Müslümanların yılmadıklarını ve uzun süren mücadeleden başarı ile çıktıklarını anlatıyorum.
“Ama o zamanlar kılıçla, okla savaşılıyormuş. Şimdi propaganda, medya, Uluslararası siyaset var”
Çıkınım tükeniyor.
“Anlaşılan parti içerisinde Genel Başkana karşı yaygın bir muhalefet var!”
Son sözüm büyülü bir söz. Hafifçe telaşlanan gözleri dikkatimden kaçırmıyorum.
“Yok canım, benimkisi fikir sadece”
Karnı tok, sırtı pek İl Başkanı ile ayrılıyoruz. Organizasyonun sonunda büyük çoğunluğu mazbut aileler ve suradan halk tabakasından insanlardan oluşan kalabalığın içerisinden, siyaseten geldiği belli olan bir kaç kişi; siyah, yüksekçe tabanlı, markasına dikkat etmediğim, etsem bile bilgi sahibi olmadığım arabasına binerek ayrılıyor.