Tıpkı Mahatma Gandhi gibi, Batı medeniyeti hakkında, son tahlilde "iyi bir fikir olabilirdi" gibi düşünenlerdenim. Ama yiğidi öldürsek de, hakkını teslim etmek gerekir.
Batı medeniyetinin en şaşırtıcı bulduğum, yer yer de özendiğim iki özelliği; "müzakere" ve "mukavele" kültürü geliştirmesi ve onu sürdürmedeki kapasitesidir. İkincisinden başlayalım: Mukavele kelimesi artık pek kullanılmıyor. Yeni kuşaklar bu kelimeyi çoğunlukla bilmiyor. Daha çok "sözleşme" kelimesini kullanıyoruz. Sözleşme kelimesinin, mukavele yapmakla akraba çıktığı kesindir. Ama mukavele kelimesini tam anlamıyla karşıladığından emin değilim. Buradan dilbilimsel bir tartışmaya haddim olmayarak girecek değilim. Pratik davranalım ve "sözleşme" kelimesiyle yetinelim.
Sözleşme, kolayca çıkarsanabileceği üzere "söz vermek" fiilinden temelleniyor. İnsanlar hayatları boyunca, gerek kendilerine gerekse başkalarına sayılamayacak kadar çok söz verirler. Eğer İlahi Varlığa söz veriliyorsa, bunun adı yemin etmektir. Yemin etmek, çoğunlukla kaçınılan bir iştir. Çünkü İlahi Varlığa verilen sözün tutulmaması, tevbe yolundan dönüş, ister Allah korkusuyla -cezalandırılmak korku ya da kaygısı- olsun isterse Allah sevgisiyle (Sevgilinin gücendirilmesinden kaygılanmak), sonuçlarıyla ürkütücüdür. Çok emin olmadan bu işe girişilmez. Söz vermek ise yemin etmenin dünyevi ya da beşeri karşılığıdır. Taahhütlerimiz dünyevileşip beşerileştikçe söz verme işini hesapsızca yapmanın önü de açılır. Söz vermek maharet olmaktan çıkar. Maharet verilen söze sadakattir. Ne tuhaftır ki, bu coğrafyanın insanları söz vermekte çok cömert, ama sözlerinin gereklerini yerine getirmemekte de bir o kadar rahattır. Çok yakın insanlar; mesela anneler, babalar çocuklarına bu konuda çoğu kez iyi birer örnek değildir. Dostlukların, tarihinde de verilip de tutulmayan sözlerden geçilmez. Belli bir saatte buluşmak üzere sözleşilir, ama taraflardan en az birisi; bazen ikisi birlikte verilen saatte buluşulacak yerde olmazlar. Sözün tutulmaması o kadar alışıldık ve beklenen bir durumdur ki, sevimli yaramaz çocuk mimikleri ve jestleri ile birkaç bahaneyi -doğru, yanlış- sıralayınca, sözünü savsaklayan taraf rahatlar. Sorumluluğu üzerinden atar. Dostluklar ya da sevgiler bu topraklarda, tutulmayan sözlere rağmen gelişir. Tutulmayan sözler, bunların gelişmesini engellemez. Bu konuda sınırsız bir anlayış ve hoşgörü vardır. Bu hoşgörü, yaygın bir "suç ortaklığının" ürünüdür. Çünkü herkes kendisini bilir. Bugün tutulmayan bir sözün "mağduru" daha dün ya da çok muhtemeldir ki "yarın" bu konuda birilerinin canını yakacaktır. Söylemeye gerek yoktur ki, bu coğrafyada verdiği sözleri şaşmaz bir düzenlilikte yerine getiren nadir insanların hali ise her zaman hazindir.
DEVLET AKLI VE SİVİL AKILLAR ARASI İLİŞKİLER
Batılı coğrafyalarda verilen sözlerin tutulması sıkı bir ahlaki sorundur. Tutamayacakları sözleri vermezler. Bir kez söz verince de onu sıkı bir şekilde takip ederler. Sözünü tutmamayı alışkanlık haline getiren "buralılar"ın, "oralara" gittiklerinde çok büyük zorluklar yaşadıklarını biliyoruz. İyi de neden böyle bir kültür farkı var? Bu farkı, Batılıların "adam olması", bizlerin ise "adam olamamasıyla" açıklamak çok ucuz bir değerlendirme olsa gerekir. Kültürel durumlar tarihsel tecrübelerle harmanlanır. Eğer ortada bir kültürel farklılık varsa, bu kendiliğinden ahlaki bir farklılığa yorulmamalı, bizzat ve doğrudan tarihsel tecrübeler dikkate alınmalıdır.
Batı kültürü, kendi resmini yaparken, Greko-Romen bir fonda ısrar eder. Oysa başta Annales Tarihçi Okulu olmak üzere ciddi tarih çalışmaları Batı kültürünün tarihsel dinamiklerinin ağırlıklı olarak feodal tarihte yattığını gösteriyor. Kabaca "Orta Çağ" denilen ve aşağı yukarı bin yıl süren bir zamandan bahsediyoruz. Garip olan, Batı'nın otoportresini yaparken bu bin yıllık dönemi kendi "tarihsel ayıbı" olarak görmesi ve çerçeveye dahil etmekten kaçınmasıdır. Hiç kuşkusuz Greko-Romen miras zihinlerde, hafızalarda yaşamaya devam etmiştir. Ama bu bin yıl, sözü edilen mirasın pratik hayatta karşılıklarının neredeyse tamamen silindiği bir zaman aralığıdır. Feodal tarih, bir zamanlar Roma'nın sağladığı "siyasal birliğin" yıkıldığı, parçalandığı yerde filizlenmiştir. Roma ne kadar devletli ise Orta Çağ o kadar devletsizdir. Roma bir şehir-kır bileşimiyken, Orta Zamanlar, en azından 14. yüzyıllara gelinceye kadar şehirsizdir. Bu durum yerelliği baskın kılmış; yerel iktidar odakları kendi yasalarını kendileri yapmaya başlamıştır. Feodal dünyaya özgü eşitsizlikler düşünüldüğü zaman, her yasamanın kendi yağıyla kavrulmasının, yerel sömürü ağıyla birlikte, yukarıdan aşağıya doğru keyfi ve acımasız ilişkilerin dayatılmasıyla sonuçlandığını biliyoruz. Ama madalyonun diğer yüzünde, güçleri birbirine yakın muhtelif yerel iktidar odakları arasındaki ilişkilerde başka bir gelişme yaşanmıştır. Denk güçler arası sonu gelmez savaşların tarafları toplu bir yıkıma götürmesi ya da taraflar arası başka menfaat ilişkilerinde tek yanlı diretmelerin sonuçta menfaatin ya da faydanın yok olmasına neden olması, başka bir usuller dünyasının aşama aşama gelişmesine yol açmıştır. Bu usuller "sözleşme" olarak tanımlanır.
Sözleşme, eşitler arası yürütülen bir işlemdir. Eşitlik, tarafların birbirlerini tanıması, özne olarak algılaması; kısacası "adam yerine koymasıyla" başlar. Müzakere, mukavelenin usuller dünyasını oluşturur. Bu süreç çok sayıda değişkeni eş anlı değerlendiren karmaşık bir hesaplamalar ağına karşılık gelir.
Müzakere, meydan okumanın bittiği yerde başlar. Müzakerede meydan okumanın yerini çok seçenekli bir talep geliştirme; her talebin karşı tarafın talepleriyle ne kadar örtüştüğüne dair hesaplama yeteneği alır. Adam yerine koyduğunuz tarafın hassasiyetlerini dikkate almak özel bir önem taşır. Kullanılan dil özenle seçilir. Karşılıklı tavizlerin verildiği bir pazarlıktan sonra her iki taraf için de optimal bir çizgiye ulaşılması nispetinde sözleşme şekillenir. Sözleşmenin yapıldığı andan itibaren taraflar, sözleşmenin hükümlerince bağlanır. Sözleşme, nihayetinde bir belgedir. Herhangi bir taraf, yine de kendi bildiğini okuyabilir ve sözleşme kadük kalabilir. Ama sözleşme kültürü sıkı bir takip konusudur. Sözleşmenin gereklerini yerine getirmeyen taraf "güvenilmez" ilan edilir ve ilişkilerden dışlanır. Yani artık kimse tarafından tanınmaz. Dolayısıyla bütün taraflar kendilerini, söz konusu aforoz tehlikesine karşı uyanık olmak zorunda hissederler. Kısacası, "ahde vefa" ilkesi olarak bilinen bir şövalye erdemi toplumsal bir kurumsallaşma yeteneği kazandı.
Müzakere ve mukavele kültürü önce siyasal seçkinler arasında -yatay eksende, aristokratlar arasında; dikey eksende ise kral ile aristokratlar arasında- gelişti. Özellikle de vergi rejimi konusunda netlik kazandı. Daha sonra burjuvalar ve nihayet işçi sınıfı bu müzakere ve mukavele kültürüne eklemlendi.
Bizim coğrafyamızda ise bu süreçler şekillenmedi. Daima bir devlet ve onun sağladığı bir birlik var oldu. Medeniyet başka türlü şekillendi. Eski usul mesele halletme yollarının tasfiye gördüğü modernleşme tarihimizde, sözleşme esaslı bir kültür ve ona özgü kurumların işleyişi sorunlu oldu. Devlet aklı ile sivil akıllar arası ilişkiler hep tek yanlı işledi bir "meydan okuma" ve "meydan okuma algısı" üzerine işledi. Bunu açalım; devlet yapılarına içkin kültür, sivil dinamikleri ya da talepleri daima "düzene tehdit" olarak algıladı. Yabancıladı, görmezden geldi ya da ezdi. Buna mukabil olarak "sivil talepler" en doğrudan yolu seçerek devlette güçlenmek ve devletin gücünü kendi yararına kullanma stratejisini ya da taktiğini güttüler. Sivil toplumun taleplerini yansıtmak, hesap edilebilir kılmak değil bu. "Sivil toplumu devletleştirme azim ve kararlılığı" dediğim bir refleks. Belki de fetih düşüncesinin sivilleşmesi. Ama burada devlet-topluluk ilişkilerinin dönüşmesinden çok, veri ilişkilerde mevzi kazanmak ve "bir tarafın yekdiğerini bertaraf kılma" saiki görülüyor. Oysa sözleşme, tarafların çoğunluğunu ve eşitliğini öngörüyor. Bertaraf etme ve mevcut yapıları taraflı kullanma yeteneği kazanmanın baskın olduğu yerde de bu kültür marjinal kalıyor.
Güneydoğu'dan yükselen taleplerde durum daha da açıklık kazanıyor. Burada mevcut devletten umudu kesenlerin sesini duyuyoruz. "Sivil toplumu devletleştirme azim ve kararlılığı" burada tavan yapıyor. "Mademki mevcut devletten umudumuzu kestik; biz de kendi devletimizi aşama aşama kurarız. Mevcut devletten ne kadar pay kaparsak o da bonusumuz olur" anlayışı egemen. İster istemez tahlili değerlendirmelerinden her zaman etkilendiğim; ama devrimci stratejisini son derecede itici bulduğum Antonio Gramsci'yi hatırlıyorum. Pozisyon ve manevra savaşları üzerinden tarihin dönüşebileceğini öngörmüştü. Bu siyasal alanda Neo-Makyavelci kesif bir mücadeleydi. Sivil toplumun kendini başarmasının bu mücadelede mümkün olabileceğini düşünüyordu Gramsci. Oysa karşıt-hegemonya oluşturma çabalarının mevcut hegemonik yapıları ve ilişkileri güçlendirmekten başka bir işe yaramadığını öngöremedi. 2011 yılını idrak etmeye başladığımız şu günlerde müzakere ve mukavele kültürüne özgü kavramların, Gramscici reflekslerle kolonize edildiği tuhaf bir sürece giriyoruz. Diyalektik bilgelik, belki bu kez yeni yıl ikonu Noel Baba suretiyle bir yerlerden muzip muzip bakıyor ve hakikatli talebelerine sanki şunları söylüyor: "Her şey karşıtına dönüşür ve oluşlar çoğu kez karşı çıkılanın boy, hatta dev aynasında gerçekleşir dememiş miydim?.."
ZAMAN