Sivil siyasetin sefaleti ve 'özyönetim'
Abdullah Kıran / Serbestiyet
Oysa işler yoluna girmiş; Kürt meselesi şiddet eksenli çözüm arayışlarından kurtuldu diye sevinmiştik. Meğer kendimizi teselli etmiş ve çok erken bir hayale kapılmışsız. Şiddetin bir süre daha hayatımızda egemen olması ve en kıymetli varlıklarımız, gelecek umudumuz olan çocuklarımızın canına mal olması “gerekiyor”muş. Şüphesiz bir an için durup bütün bunlar kaçınılmaz mıydı diye düşünmekten de kendimizi alıkoyamıyoruz. Filmi başa sardığımızda, hatâ ve eksiklikleri görüyor, “vay be, böyle de hata yapılır mı” diyoruz; ama nedense her seferinde aynı yanlışları tekrar edip duruyoruz. Oysa tekrarladığımız hataların, nasıl da gencecik insanların hayattan kopuşuna sebep olduğunu, ya göremiyor ya da yeterince idrak edemiyoruz.
“Özyönetim” ilânı ve göçler
Ve ben bu satırları yazdığımda, bir yanda da kulağım Kürdistan’dan gelecek “özyönetim”ve “demokratik özerklik” haberlerindeydi. Hani, KCK’lı üç beş gencin, ellerine bir bayrak alarak, bir kasabanın orta yerinde “özyönetim” ilan ettik diye meydana çıkışları var ya. Böyle her ilândan sonra o kasabamızda yaşanacakları artık hepimiz tecrübeyle öğrendik. Geride bıraktığımız günlerde Varto, Silvan, Şırnak, Şirvan, Lice, Gever, Şemdinli, Nusaybin, Cizre, Silopi, Yüksekova vb yerleşim yerlerimizde ne olduğuna hep birlikte tanık olduk. Yakılıp yıkılan yerler, öldüren ve öldürülenler, çocuklar, polis-asker güvenlik güçleri ve “özyönetim” ilan etmiş gençler. Ardından, şehir ve kasabalarımızdan, yerini yurdunu geride bırakarak can havliyle göç eden insanlar. Sadece bu bir iki aylık zaman zarfında kaç insanımızın evlerini bırakarak yerlerini terk etmek durumunda kaldığını biliyor muyuz? Bir tek Şemzinan’dan (Şemdinli) 5000’den fazla insanın Irak Kürdistan’ına kaçtığı söyleniyor. 80,000 kişinin yaşadığı Silvan’dan 15-20 bin; bir bütün olarak 100,000 civarında insanın yerini yurdu terk ettiği söylenmekte.
Bütün bunları, belki de dünyada hiç örneği olmayan tek taraflı “özyönetim” ilânlarından sonra yaşadık. Bu “özyönetim”in bağımsızlık anlamında olmadığını; bulunduğu bölgede daha çok yönetime katılma ve yerinden yönetimin güçlendirilmesi demek olduğunu; ayrıca bunun ayrılmak, kendi başına bir devlet kurmak anlamına gelmediğini; hattâ Kürtler söz konusu olunca “ulus devletin” ne kadar gereksiz olduğunu da, yıllardır PKK çevrelerinden duymaktayız. Öyleyse bu nasıl bir “özyönetim”dir ki şehir ve kasabalarımızın savaş alanlarına dönmesine yol açıyor? Batı’dan aldığımız, Batılı literatür bâbında bir özerklikten söz ediliyorsa, emin olun bu kadar yıkıcı olmaya ve acılar yaşamaya değmiyor. Bugüne kadar çektiğimiz acılar, ödenen bedeller, doğru ve yerinde bir politikayla, adamakıllı bir özerklik veya adı ne olursa olsun yerinden bir yönetimin kurulması için yeter ve artar bile.
HDP seçimlerden sonra politika üretemedi
Ancak değerlendiremedik; 7 Haziran seçimlerinden sonra, tam da bu iş oldu, artık PKK’nin şiddete dönmesinin ve şiddet ısrarlı politikalarının destek bulamayacağını düşünmeye başlamıştık ki, HDP akıllara ziyan bir çıkışla “ne içeride ne de dışarıda” AK Parti ile bir koalisyon kurulamayacağını açıklayıverdi. “İçeri”sini” anladık; ancak “dışarıda” derken ne kastedildiğini ben halen pek anlamış değilim. Barış sürecinin devam ettirilmesinde AK Parti ile ortak çalışıyorsun; birlikte kameraların karşına geçip deklarasyon yayınlıyorsun; ancak AK Parti ile koalisyona “olmaz” diyorsun. Peki neden? “Çünkü AK Parti samimi değil ve bir oyalama politikası gütmektedir.” Çok samimi bir şekilde barış sürecinin karşısında duran ve tüm politikasını barış süreci karşıtlığı üzerinden sürdüren, daha seçim gecesinde “koalisyon şartı” olarak barış sürecinden vazgeçilmesini şart koşan MHP hakkında böyle bir beyanda bulunmuyorsun. Hattâ eğer MHP evet derse, bir CHP-MHP ve HDP koalisyonuna “evet” diyecek kadar apolitik bir tavrı benimsiyorsun. Vardığın nokta, “AK Parti ile asla” olunca ve “barış” da tek taraflı yürütülmeyecek kadar hassas bir konu teşkil ettiğinde, şiddetin tekrar kapılarımızı çalacağını da bilmeliydin.
MHP’ye bile “evet”; AK Parti’ye “hayır” demeyin
Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki, tüm varlığını barış karşıtı bir politika üzerine tesis etmiş MHP’ye bile sıcak bakarsın; ama yıllardır “analar ağlamasın,” yeter ki barış olsun, “baldıran zehri bile olsa içerim” diyen bir partiyi ve liderini bu kadar ötekileştirirsin. Kürtler Türkiye tarihinde ilk defa iktidara ortak olma şansı elde etmişken, seçimden hemen sonra “toplum biz muhalefet etme görevi verdi” deyip, iktidar olma fırsatı geri tepilebilir mi? Haksızlığa uğramış bir azınlık veya topluluğun, ancak iktidara ortak olması veya iktidar ile mükâfatlandırılmasıyla sorunlarının önemli oranda çözüleceğini bilmeden siyaset yapılır mı? HDP olarak, eğer 7 Haziran gecesi veya sabahı “bizim birinci amacımız ve en önemli şartımız barış sürecinin devamıdır. Barış sürecini akamete uğratmayacak bir AK Parti ile hükümet kurmaya hazırız. Şayet ülkenin koşulları böyle bir koalisyonu zor kılıyorsa, biz barış sürecini sürdürecek, reformlara devam edecek ve AB sürecini tekrar canlandıracak bir AK Parti azınlık hükümetini veya AK Parti – CHP koalisyonunu da destekleriz. Yeter ki ülkemize barış gelsin, analar ağlamasın”diyebilseydiniz, emin olun bugün acıları yaşamazdık.
Koalisyonu reddedip seçim hükümetine girmek
Bir siyaset kurumu olarak böyle bir çözüm geliştiremiyor; ancak kan ve şiddet sokaklara egemen olduğunda, “seçim hükümetinde varım” diyorsun. Eğer daha ilk baştan Kürt halkının avazını duymuş olsaydın, omuzlarına yüklemiş olduğu ağır yükün sorumluluğu ile hareket eder; AK Parti de seninle alay edercesine “solcu” kimliğiyle ön plana çıkan üç vekiline değil, Kürt meselesi için ağır bedeller ödemiş, Kürt kimliğiyle bilinen üç mebusuna bakanlık teklif ederek “dâvânı” takdir ederdi. Üstelik AK Parti geleneğinde böyle jestler de var. Kemalistlerin, belki de “paralel”cilerin oyununa gelerek “seni başkan yaptırmayacağız” dediğin Cumhurbaşkanı, adı Kürt dâvâsı, Kürtlük ve Kürdistan ile özdeşleşmiş Şerafettin Elçi’nin adını Şırnak’ta hava alanına verdi. Öyle “özyönetim” veya “demokratik özerklik” değil de dobra dobra “ben bağımsız bir Kürdistan istiyorum. Bu her Kürdün hayalidir” diyen Kürdistan Bölge Başkanı’nı, Kürtler nezdinde tarihi Kürdistan’ın başkenti olarak bilinen Diyarbekir’de ağırlayarak onurlandırdı. Ama HDP’den bazıları, İran’ın uydusu şeklinde hareket eden Güney’deki kimi partilerle bir dayanışma içine girerek,Mesut Barzani için de “seni de başkan yaptırmayacağız” korosuna dâhil oldu.
Oysa genellikle federal sistemlerde yaygın olarak görülen başkanlık sistemi, Kürt meselesinin çözümünü çok daha kolaylaştırabilirdi. “Seni başkan yaptırmayacağız” yerine, “sen Türkiye demokrasisinin standartlarını yükselt, Kürt halkına ana dilde eğitim hakkını sağla ve Kürtlerin nüfus olarak çoğunluk teşkil ettiği Kürdistan bölgesinde, Kürt halkı için özerk bir yönetim oluştur; seni başkan seçelim" deseydin daha iyi olmaz mıydı?
Ancak doğa gibi siyaset de boşluk kabul etmiyor. 6 milyon seçmen desteği, 80 milletvekili ve 102 belediye ile meşru ve sivil siyasetin imkânları değerlendirilmediğinde, bir kasaba ortasında hendek kazan üç tane genç, koca bir şehir için “katliam” davetiyesi çıkartabiliyor. Oysa eskiden böyle bir durumda, üç Kürt rûspî (toplum önderi) ortaya çıkar, bu gençlerin kolundan tutarak, eğilip kulaklarına bir iki söz söyler ve onları uzaklaştırırdı. Ancak artık “rûspî”lerimiz de o gençlerin bir otoriteden aldıkları emir doğrultusunda hareket ettiklerini biliyor. Belki müdahale etme gücünü kendilerinde bulamıyorlar, ama inanın her gün şunu söylüyorlar: “Biz oylarımızı HDP’ye, barış süreci devam etsin ve artık bu sorunlar kan ve şiddet yoluyla çözülmeye kalkışılmasın diye verdik.”
Gandi, meşru bir sivil itaatsızlıkla koca Hindistan’ı bile silah patlatmadan bağımsızlığına kavuşturdu.Türkiye halkının sempatisini kazanmış, milyonlarla Kürt ve uluslararası kamuoyunun desteğini arkasına almış sivil Kürt siyaseti, çağdaş dünyanın ve AB’nin teşvik ettiği bir özerklik veya yerinden yönetimi elde edemez mi? Sahi, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı için de, bir kasabanın orta yerine hendek kazıp “özyönetim” ilan etmek mi gerekiyor?
Acaba Seçim Hükümetinin AB’den Sorumlu HDP’li Bakanı bu konuda ne düşünmektedir?