‘Sivil darbe’yle askere davetiye...

Hasan Cemal

Hasan Bülent Kahraman dünkü yazısında sivil darbe söylemini tehlikeli bulduğunu, bunun askere davetiye çıkarmak olduğunu yazıyordu. Bu açıdan, 27 Mayıs ve 12 Mart darbelerini örnek olarak veriyordu.

Şu satırları ilginçti:

“Sivil darbe söylemini tehlikeli buluyorum. Siyasetin kendisi darbe olarak telakki ve zikrediliyor. Bu yapılabilecek en vahim hatadır. Bu anlayış özünde askerle ittifaka dayanır. Tıkanan siyaseti askerin çözeceğine ve daha da beteri askerin demokratikleştirici bir eleman olduğuna inanır. Bu çağrı siyasete değil askere inanmanın bir uzantısıdır.

Sistem, demokratik bir mekanizma içinde kendi kendisini sürdürüyor ama onların istemediği şekilde işliyorsa, ‘sivil darbe’ oluyor derler ve askere davetiye çıkarırlar.

Bu kavram kelime kelime aynen 27 Mayıs öncesinde kullanılmıştır. Gerek o darbenin yılmaz savunucuları, gerekse 9 Mart darbe girişiminde yer alanlar görüşlerine tek hukuksal dayanak olarak da ‘manevi cebir’ kavramını seçerler.” (*)

Bir siyaset bilimci olarak Hasan Bülent Kahraman’ın bu satırları düşündürücü...

‘Sivil darbe’ derken, konunun bu tarafını düşünmek istemeyenler elbette var. Onların bir bölümü kararını çoktan vermiş durumda, kimi diyor ki:

“Türkiye’de İslamcı bir iktidar var. Yeşil faşizm devletin bütün kalelerini içeriden zaptetmeye devam ediyor.”

Kimi diyor ki:

“Ak Parti sandıktan çıktı ama demokrasiye inanmıyor, adım adım sivil dikta yolunda ilerliyor.”

Kimi diyor ki:

“Demokrasi 2010’da güme gidecek!”

Vaziyet eğer bu kadar vahimse, ne yapmalı?..

1950’lerde Demokrat Parti iktidarının anti-demokratik baskı politikalarına karşı muhalefet ve basın askere davetiye çıkarmıştı.

27 Mayıs darbesi böyle gelmiş, idam sehpaları böyle kurulmuştu.

1960’ların Adalet Partisi iktidarına karşı 9 Mart darbecileri ve bazı muhalefet odakları, irtica ve Nurculuk ve de demokrasi düşmanlığı diye diye askere davetiye çıkarılmıştı.

12 Mart darbesi böyle gelmiş, Demirel böyle devrilmiş, idam sehpaları, Ziverbey Köşkü işkencehaneleri böyle kurulmuştu.

Şimdi yanlış anlaşılmasın.

Bundan sonra da bunlar olur demiyorum. ‘Sivil darbe’ diyen ya da böyle düşünen herkesi ‘darbecilik’le veya ‘darbecilerin yol arkadaşlığı’yla da suçlamıyorum. Onların bazı kaygı ve tedirginliklerini de anlıyorum.

Ama bir an durun.

Burası Türkiye!

Bir Cumhurbaşkanı var.

12 Eylül’de hapis yatmış, 28 Şubat’ta iki partisi kapatılmış, Cumhurbaşkanı olmasın diye asker muhtırası yemiş...

Bir Başbakanı var.

Bugüne kadar tam 15 tane suikast girişimine hedef olmuş, bir şiir okudu diye hapis yatmış, siyaset yasağı yemiş, halkın oyuyla seçildiği Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan yargı kararıyla düşürülmüş, yüzde 47 oy alan partisi kapatılmaktan kıl payı kurtulmuş...

Bir Meclisi var.

411 milletvekilinin verdiği oyla üniversitelerde kaldırdığı türban yasağına ilişkin kararı yargı tarafından iptal edilmiş, seçmek istediği Cumhurbaşkanı yargının ‘367 kararı’yla engellenmiş...

Bir ordusu var.

1960’da darbe yaparak Meclisin kapısına kilit vurmuş, başbakanları, bakanları asmış, iktidar milletvekillerini hapse atarken siyaset yasakları koymuş, kendi başına anayasa yapmış...

Bir ordusu var.

1971’de darbe yapmış, seçim sandığından çıkan başbakanı devirmiş, idam sehpaları kurmuş, kendi başına anayasa yapmış...

Bir ordusu var.

1980’de darbe yapmış, partilerin, meclisin kapısına kilit vurmuş, başbakanları, bakanları, milletvekillerini hapsetmiş, idam sehpaları kurmuş, kendi başına yaptığı anayasa ve yasalarla, hâlâ sırtımızdan atamadığımız bir rejimin deli gömleğini giydirmiş Türkiye’ye...

Bir ordusu var.

28 Şubat’ta, 1980’lerle 1990’larda, Susurluk’lardan Ergenekon’lara, faili meçhul cinayetlere kadar uzanan hukuksuzluk, kanundışılık süreçlerinde demokrasi, hukuk ve insan hakları açısından en olmadık kapıları açmış bu ülkede...

Bir ordusu var.

2003-2004 döneminde kuvvet komutanları düzeyindeki ‘darbe tertipleri’yle, sonra andıçlarıyla, lahikalarıyla, fişlemeleriyle ya da ‘kafes eylem planları’yla seçim sandığından çıkan bir iktidara karşı demokrasi ve hukuk açısından olmadık işlere kalkışmış...

İşte burası Türkiye!

Böyle bir ülkede yaşıyoruz.

Ve bütün bu belirttiklerim tarih olmuş değil.

Daha dün yaşandı, dün...

Benim dediğim şu:

Demokrasi, hukuk ve özgürlükler adına utanç verici olan bütün bu kepazeliklerin yaşanmış olmasında öncelikli payın sahibi olan bir devlet yapısı var bu ülkede. Bu yapının çekirdeğinde de asker var, asker...

Bunu belirtmek, kaç kez yazdığım gibi, ne ‘asker düşmanlığı’dır, ne de ‘askeri yıpratmak’...

Anlatılmak istenen şudur:

Devletin bu yapısı değişmeden, devleti daha çok hukukla tanıştırmadan, askeri otoriteyi seçim sandığından çıkmış olan sivil otoriteye tabi kılmadan Türkiye’de demokrasiyi yerli yerine oturtamayız.

Bu açılardan AKP’nin 2003’den bu yana, özellikle AB’ye uyum sürecinden beri iyi işler yaptığını düşünüyorum. Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte de, devletin tepesinde yüzü demokratik hukuk devletine dönük bir zihniyet değişikliğinin yaşanmaya başladığı kanısındayım.

Kısacası:

Artılar hâlâ ağır basıyor.

Erdoğan’ın, hükümetin eksileri yok mu? Elbette var. Bunları da bazen sert biçimde eleştirmekten hiç kaçınmadığımı bu köşenin ciddi takipçileri bilir zaten...

* Hasan Bülent Kahraman, ‘Sivil darbe’ demenin vahameti, Sabah, 11 Ocak 2010.

MİLLİYET