Özgür-Der Sivas temsilciliğinin Uğur Süleyman Söylemez’in şehadetiyle ilgili Sivas Meydanı’nda yapılan basın açıklaması yapıldı. Açıklamayı müteakiben meydanda gıyabi cenaze namazı kılındı. Daha sonra “4. Yılında Mavi Marmara ve Suriye’den Mısır’a Direniş Bilinci” konulu konferansta Mavi Marmara’yla ilgili slayt gösteriminin ardından Süleyman Ceran’ın sunumuyla program başladı. Konuşmacı Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya’ydı. Büyük bir ilgiyle takip edilen konuşmasında Kaya, Mavi Marmara’nın 10. Şehidi Uğur Süleyman Söylemez’in şehadetiyle ilgili vurgularla başladığı konuşmasının tamamı:
31 Mayıs 2010 tarihinde Akdeniz’in ortasında, Mavi Marmara yolcu gemisinde yaşananlar tüm dünyanın Siyonist zorbalığı bir kere daha olanca açıklığıyla müşahede etmesini sağladı. Siyonist terör olgusunun nasıl bir azgınlık ve kural tanımazlık içerdiği bir kez daha görüldü.
Filistin topraklarının bir parçası olan Gazze bilindiği üzere bir liman kenti. 1948’de Filistin toprakları üzerinde emperyalistlerce İsrail’in kuruluşu ve Filistin’in büyük bölümünün Yahudilerce işgaline yol açan savaş sırasında Mısır’ın kontrolüne geçti. Gazze 1967 savaşında, Ürdün hâkimiyeti altındaki Batı Yaka ve Kudüs ile birlikte, İsrail tarafından işgal edildi. Bununla birlikte direniş geleneğinin güçlü olduğu Gazze’de Siyonistler hiçbir zaman tam bir kontrol sağlayamadılar. Bu yüzden de Gazze’de kurulan Siyonist yerleşim birimlerinde oturan Yahudilerin sayısı hep düşük kaldı. Bilhassa 1987’de başlayan İntifada sürecinde yoğunlaşan direniş Siyonistlere zor anlar yaşattı ve ağır kayıplar verdirdi. Bu sürecin devamında 2005 yılında İsrail tek taraflı olarak Gazze’nin tamamından çekilmek zorunda kaldı. Ne var ki, Siyonistler Oslo Anlaşmasıyla da tescil ettirdikleri şekliyle Gazze’nin hava ve deniz ulaşımını kontrol altında tutmaya devam ettiler.
Ocak 2006’da Hamas, gerek İsrail’in saldırı tehditleri gerekse de ABD ve AB’nin yardımları kesme şantajına rağmen Batı Yaka’da ve Gazze’de yapılan seçimleri kazandı ve hükümeti kurdu. Ve ardından Hamas’a yönelik hem içeriden hem dışarıdan baskılar ve provokasyonlar başladı. Bu durum, nihayet Batı Yaka’da İsrail’in de desteğiyle FKÖ yönetiminin yasadışı bir biçimde hâkimiyeti ele geçirmesiyle sonuçlandı. Gazze ise tümüyle Hamas’ın kontrolüne geçmişti. Artan İsrail saldırılarına karşı Hamas Haziran 2006’da Gazze sınırındaki İsrail kontrol noktasına bir operasyon düzenledi ve Gilad Şalit isimli İsrailli bir onbaşıyı esir aldı. İsrail’den Şalit’e karşılık Filistinli esirlerin serbest bırakmasını şart koşan Hamas’ın taleplerine İsrail Gazze’ye yönelik abluka siyasetini sıkılaştırarak cevap verdi. Aralık 2008’de ise topyekûn savaş başlattı. 22 gün süren ve 1.400’den fazla Filistinlinin şehit edildiği İsrail saldırıları fiyaskoyla sonuçlandı. Ne İslami Direnişe boyun eğdirebilen ne de Şalit’i kurtarabilen İsrail savaşı tek taraflı olarak kesti fakat abluka siyaseti kesintisiz sürdü.
İsrail abluka ile Hamas’ı seçen Filistin halkına karşı kolektif bir cezalandırma siyaseti izlemekte. Çatışmaların arttığı dönemde daha da sıkılaşan ambargo nedeniyle temel yiyecek maddeleri, yakıt, elektrik dâhil olmak üzere Gazzeliler en hayati ihtiyaçlarından mahrum edilmekteler. Ağır hastalar tedavi edilemiyor, sınır kapılarında ölümcül hastalar saatlerce bekletilerek ölüme yollanıyor, hamile kadınlar ambulansların içinde bebeklerini dünyaya getirmek zorunda kalıyorlar.
ABLUKANIN AMACI DİRENİŞE BAŞ EĞDİRMEK
Şüphesiz abluka ve ambargo siyasetinin asıl hedef aldığı nokta Gazzelileri açlıktan kırmak değil, İsrail’in inisiyatifine, İsrail’in insafına terk etmek. Bu şekilde İsrail Gazzelilerin sadece haklarını değil, özgürlüklerini de gasp etmeye, iradelerini kırmaya çalışıyor.
İşte Gazze’ye yardım filosu böylesi bir arka plana sahip bir hukuksuzluğa, vicdansızlığa karşı kardeşlerimize sahip çıkma, zulme karşı direnme ve insanlık ortak paydasında dayanışma şiarlarıyla yola koyuldu. Sonuçta Siyonistlerin vahşi saldırısına uğradığı için belki yardım malzemeleri Gazze’ye ulaştırılamadı ama Gazze’ye yönelik Siyonist kuşatmanın nasıl büyük bir zorbalık ve zulüm olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Ben inanıyorum ki, yardım filosu netice itibariyle Gazze’ye yardım malzemeleri ulaştırmaktan çok daha büyük ve önemli bir işi başarmış, dünya ölçeğinde Siyonist ablukaya karşı bir direnç ve tavır oluşturma anlamında ciddi bir kazanım elde etmiştir. Bu bağlamda Başbakan İsmail Heniyye’nin “Kardeşlerimizin kanları Gazze’ye ulaşmıştır.” sözü aslında durumu net biçimde özetlemektedir.
İsrail Katliam Demektir, Zorbalık Demektir!
Aslında İsrail’in ne olduğu, neyi temsil ettiği, altmış küsur yıldır Ortadoğu’da nasıl bir canavarlık teşkil ettiği bilinmeyen bir şey değildi. Yeryüzü genelinde bilhassa İslami duyarlılık sahibi ve adaletten yana insanlar için İsrail’in kelimenin tam manasıyla bir hukuksuzluk ve zulüm makinesi olduğu bilinen bir husustu. Nitekim bundan dolayı da İsrail karşıtlığı, belki de dünya genelinde zulme ve sömürüye karşı tavır sahibi kesimler, çevreler, güçler açısından üzerinde en geniş ölçekte mutabakat sağlanan hususlardan biriydi. Bununla birlikte Siyonist çetenin, Filistin topraklarında icra ettiği ve Filistinlileri hedef alan alışılagelen zulümlerinden, canavarlıklarından farklı olarak Mavi Marmara katliamı büyük yankı uyandırdı. İsrail’in uluslararası sularda, çok farklı ülkelerden bir araya gelmiş sivil insanlardan oluşan bir topluluğa karşı gerçekleştirdiği katliam şimdiye kadar İsrail’in suçlarını mazur görmeye ve göstermeye teşne çevrelerin dahi zorlandığı bir vahşet tablosu ortaya çıkardı.
“İsrail toprakları”ndan tam 74 mil açıkta bir şafak baskını şeklinde gerçekleşen ve İsrail donanmasının pek çok unsurunun katılımıyla icra edilen saldırı neticesinde 9 Müslümanın şehit edilmesini ve kimisi ağır olmak üzere 60’dan fazla kişinin yaralanmasını Siyonistler “müdahale” ya da “operasyon” kavramlarıyla açıklıyorlar. Ve dünyaya yolcu sıfatıyla gemide bulunan militanlara karşı nefsi müdafaa yaptıklarını ilan ediyorlar. Gemiye helikopterlerden yapılan ilk indirme girişimlerinde yer alan bazı İsrailli askerlerin kaptan köşkü çevresinde bulunan yolcularca dövülmesi ve rehin alınmasını da bunun delili olarak sunuyorlar.
Bu tutum İsrail açısından alışılagelen bir yaklaşımdır. Doğrusu babasının feryatlarına rağmen bir varilin arkasına sığınmaya çalışan Muhammed Durra adlı çocuğun canavarca katledilmesinin suçunu babasına yükleyebilen; aynı şekilde Amerikalı bir insan hakları aktivisti olan Rachel Corrie’nin Batı Yaka’da bir Filistinlinin evinin yıkılmasını engellemeye çalışırken İsrail buldozerince vahşice ezilmesi olayında dahi Rachel Corrie’yi suçlu bulabilen bir mantık açısından bu tez çok garip sayılmaz. Neyin doğru neyin yanlış, neyin hak neyin suç olduğunun İsrail perspektifinden değerlendirilmesi her zaman bu tarz bir akıl yürütmeyi ortaya çıkarmıştır. Değil mi ki, İsrail “Gelmeyin!” demiştir; değil mi ki İsrail “Gazze ablukası hukukidir ve kırılamaz!” demiştir; değil mi ki İsrail “Gemidekiler insani yardım aktivistleri değil, Hamas’ın militanlarıdır!” demiştir; öyleyse tüm dünya bunu böyle kabul etmeli ve asla tartışmamalıdır!
Ne var ki yaşananlar bu kez İsrail’in tezlerinin çok komik ve çürük olduğunu net biçimde ortaya koymuştur. Öncelikle Gazze ablukasının BM kararlarıyla da vurgulandığı gibi savaş hukukundan doğan bir önlem değil, doğrudan zorbalık olduğunu dünyada İsrail hariç herkes kabul etmektedir. Dolayısıyla ablukayı kırmaya çalışmak suç değil, haktır; hatta insani değerler açısından sorumluluktur.
Siyonist Saldırganlığın Hedefinde Tüm İnsanlık ve İnsani Değerler Var!
Gemideki yolcuların kimliğine ilişkin İsrail iddialarının yalan olduğu ayan beyan ortadadır. Gemi yolcuları çok farklı etnik, dinî, ideolojik kimliklerden insanlardan oluşmuştur. Şüphesiz yardım filosunu örgütleyen, bu büyük organizasyonun yükünü çeken kuruluş İslami kimlikli bir yardım kuruluşu olan İHH’dır. Bununla birlikte İHH sadece kendi ideolojik kimliğiyle sınırlı bir kampanya yürütmemiş, uluslararası düzeyde bu organizasyona katkı vermeye hazır her kurum ve kişiye açık tutum sergilemiştir.
Bu tutumun neticesi olarak da Gazze’ye yardım filosu enternasyonal boyut arz eden, insanlığın ortak değerlerine seslenen, insanlığın ortak vicdanını temsil eden bir nitelik kazanmıştır. Gemide muhtemel bir çatışma durumunda kaptan köşkünün korunması için seçilen gönüllülerin Türkiyeli olması organizasyonun ağırlıklı biçimde Türkiyelilere ait olmasındandır. Bir anlamda Türkiyeli Müslümanlar evsahipliği psikolojisi ve onuruyla riski öncelemişlerdir. Mamafih bu durum saldırının sadece Türkiyelileri hedef aldığı sonucunu doğurmaz, bilakis İsrail saldırısı enternasyonal kimlikli bir yardım çabasına yöneliktir. İşin özü Siyonist saldırganlık insanlığı hedef almış, insanlığa saldırmıştır.
Götürülen malzeme Gazze halkının ihtiyaç duyduğu yardım malzemesidir. Bu insanlar çatışma değil, hukuk dışı bir uygulamaya, zorbalığa maruz kalan Gazze halkıyla dayanışma için yola çıkmışlardır. Bu yüzden de istenilirse çok rahatlıkla silah temin edilebilme imkânına rağmen gemide tek bir silah bulundurulmamıştır. Nitekim gemiye ilk indirme çabaları sırasında etkisiz hale getirilen İsrail askerlerinin öldürülmeyip sağ teslim edilmeleri, üstelik Siyonistlerin gerçekleştirdiği vahşi katliama rağmen bunun yapılmış olması da gemideki yolcuların savaşmak üzere değil, yardımlaşmak, dayanışmak amacıyla seyahat ettiklerinin açık bir delili sayılmalıdır.
İsrail askerlerine mukavemet edilmesinin insanların ölümüne davetiye çıkarttığı iddiası da “Zorbalığa bir koyun gibi teslimiyet gerekirdi.” demenin dolaylı bir anlatımıdır. Saldırı başlayınca insanların ellerine geçirdikleri basit araçlarla kendilerini ve gemilerini korumaya çalışmalarından daha doğal bir şey olamaz. Kendisine ait olanı, dışarıdan gelen bir saldırıya karşı korumaya çalışmak insani bir reflekstir, meşrudur, haktır. Bunun neticesinde insanlar ölmüşse, acılar yaşanmışsa sorumluluk saldıran güçtedir, hakkını savunanlarda değil. Dünyanın dört bir yanında Filistin halkının sıkıntılarını paylaşmak üzere insanlar dişlerinden tırnaklarından artırdıklarını bu gemilerle yollamışlar, gemideki insanlara emanet etmişlerdir. Böylesi bir sorumluluğu üstlenen insanların hiçbir direnç göstermeden, çaba sarf etmeden, bedel ödemeden zorbalığa, hukuksuzluğa boyun eğmeleri zaten ne doğru olurdu ne de yakışık alırdı.
İsrail’in ve ülkemizde de mebzul miktarda mevcut olan sözcülerinin katliamı savunma adına ileri sürdükleri tezlerin tümü basit, saçma ve temelsizdir. İsrail’in kendisini savunduğu iddiası üzerine oturtulmaya çalışılan savunular tarihsel gerçeklikle çeliştiği gibi, somut bazda yaşanan vakıa temelinde de çelişki içermektedir.
Öncelikle İsrail savunan değil, saldıran konumundadır. Filistin’in tamamında olduğu gibi Gazze’ye yönelik olarak da boyun eğdirme siyaseti izlemekte, işgale karşı direnişi kırmak için her türlü zorbalığı denemektedir. Bu tutum en son Mavi Marmara örneğinde de açıkça ortaya çıktığı üzere açık denizlerde yardım gemisine saldırı pervasızlığına kadar vardırılmıştır. Gemilerin Gazze yakınlarına ulaşması bile beklenmemiş, herhangi bir uyarı, engelleme çabası sarf edilmemiş, doğrudan saldırıya geçilmiştir. Bu şekilde İsrail, Akdeniz’in ortasında gemilere saldırarak, adeta Gazze’ye yardım girişimlerini, Gazze ile dayanışma niyetini bile cezalandırma mantığına sahip olduğunu ortaya koymuştur.
Sorulması gereken şey Gazze’nin neden İsrail ablukası altında bulunduğu olmalıyken, birilerinin sanki abluka, ambargo meşru imiş de bunu kırmaya yönelik çabalar kural tanımazlık göstergesiymiş gibi tutum takınmaları utanç vericidir. Bu hukuk dışı ve vicdansız yaklaşım beraberinde katliamın olmaması için keşkeler sıralamaktan çekinmemekte ama sorunun odak noktasını oluşturan İsrail’in zorbalığını tartışmayı geçiştirmektedir. Oysa nasıl Gazze ablukası hukuksuz ise İsrail’in tüm iddiaları da hukuksuzdur; gemi baskını ise düpedüz katliamdır!
Siyonist çete güçlerinin gemiye gerçekleştirdikleri baskın sonrasında icra ettikleri uygulamalar da en az baskın kadar hukuksuzdur, zorbacadır. Geminin rotası değiştirilmiş, içlerindeki yardım malzemeleriyle birlikte gemilere el konulmuştur. Yolcular tutuklanmış, işkenceye maruz kalmış ve zorla İsrail limanına götürülerek hapsedilmişlerdir. Yolcuların üzerlerindeki ve çantalarındaki eşyaların bir kısmı gasp edilmiştir. Ve tüm bu kirli, zorba uygulamaların neticesinde tüm yolcular serbest bırakılarak sınır dışı edilmişlerdir.
İsrail Madem Suça Müdahale Etmiş, Öyleyse Failleri Neden Serbest Bırakmış?
İsrail baskın dolayısıyla suç işlemediğini, bilakis kendisine karşı suç işleyenlere müdahale ettiğini iddia etmektedir. Eğer ortada gerçekten de gemi yolcularının işlediği bir suç varsa İsrail eline geçirdiği bu insanların tümünü ya da en azından bir kısmını yargılamak üzere alıkoymalıydı. Bu yapılmadığına ve yolcuların tümü serbest bırakıldığına göre İsrail’in gemi yolcularını ve bu yolculuğu organize edenleri suçlamasının mantığı kalmamaktadır. İsrail alıkoyduğu, hapsettiği kişilerin bir kısmına önce suç isnadında bulunuş, bilahare herkesi serbest bırakmıştır. Tek başına bu tutumu dahi İsrail’in suç isnadının havada kaldığını ortaya koymaktadır.
Evet, ortada açık bir suç vardır! Ve suçlu olan da İsrail’dir! İsrail’in suçluluğunu ispat etmek için delil, gerekçe aramaksa pek de gerekli değildir. Bu durumda asıl olan İsrail’in bundan önce işlediği diğer suçlarla ilgili olduğu üzere, işlediği suçların hesabını vermekten kaçmasının engellenmesidir. Uluslararası alanda diplomatik, siyasi, askerî, ekonomik vb. tüm alanlarda Siyonist çeteden kanlı icraatlarının hesabının sorulması için çaba sarf etmek lüzumludur. Bunun için herkes elinden geleni yapmalı, Siyonist çete ile her alanda hesaplaşmanın zeminini genişletmek, yaygınlaştırmak ve kalıcı kılmak için aktif bir tutum içinde olmalıdır.
Siyonist Çete İle İlişkiler Dün Suçtu, Bugün Daha da Büyük Bir Suçtur!
Bizler de öncelikle yaşadığımız ülkede Siyonist çetenin meşrulaştırılmasına, normalleştirilmesine yönelik girişimlere karşı eskisinden çok daha güçlü ve sistematik biçimde tavır geliştirmeliyiz. İsrail ile yaşadığımız ülke egemenlerinin ilişkileri, irtibatları, ittifakları her zaman gayrimeşruydu, suçtu, yanlıştı. Bundan böyle bunlar çok daha vahim suçlar olacaktır. Kardeşlerimizin kanlarının boşa akmadığını, ödenen bedellerin buharlaşmadığını göstermek istiyorsak, öncelikle İsrail’in ülkemizdeki çıkarlarını boşa çıkartacak, sözcülerini teşhir edecek ve devamında Siyonist çeteyi savunulamaz konuma oturtacak bir mücadele perspektifi ve yoğunluğu geliştirmeliyiz.
Emperyalizme Karşıtlık Kriteri
Bu konuya bilhassa bazı Müslümanların Suriye’deki gelişmeler üzerine takındıkları ikircikli, çelişik ve adaletsiz tutum üzerinden cevap aramaya çalışmakta yarar var. Tunus ve Mısır’da meydana gelen halk hareketlerini coşkuyla karşılayan bazı kesimlerin Suriye’deki gelişmeler karşısında paniğe kapılmaları çok ilginç olmuştur. Bu çevreler halk hareketlerine seçici yaklaşılması gerektiğini ileri sürmekte ve emperyalist güçlerin tutum alışlarını temel kriter olarak değerlendirmektedirler. Yani İsrail’i ve Batılı güçlerin menfaatlerini hedef alan ayaklanmalar olumlu, İsrail’in ve Batılı güçlerin rahatsız olmadığı ayaklanmalar ise olumsuz kategoride değerlendirilmektedir.
Hiç tartışmasız emperyalizm ve Siyonizm’e karşıtlık İslami hareketlerin temel vasıflarından biri olmalıdır. Zaten en az bir asırlık bir süreç içinde değerlendirdiğimizde sömürgeciliğin kendisine ve onun doğrudan ya da dolaylı etkilerine karşı mücadelenin İslami hareketlerin varlık nedenleri arasında en temel belirleyici olduğunu görürüz. Ama zaten Ortadoğu’nun bütününde talep edilen “rejim değişikliği” aynı zamanda sömürgeci statükonun topyekûn değişimine yönelik bir çağrı da değil midir?
Bu noktada iki ayrı itiraz öne çıkmaktadır: Birincisi tüm bu hareketlerin, değişimlerin emperyalistler tarafından planlanan, yeni Ortadoğu düzeninin adımları olduğu tezidir. Büyük Ortadoğu Projesi adı verilen kurgu çerçevesinde tüm olan biteni büyük bir komplo şeklinde algılayan bu yaklaşımın tartışılmasına bile gerek yoktur. Bu tezin temelsizliğini görmek için sadece “Emperyalizmin bölgede mevcut statükodan ne zararı vardı ki, değişimini arzu etsin ve üstelik de bunun için devasa projelere girişsin?” diye sormak yeterli olur kanaatindeyiz. Ayrıca emperyalistlere bu çapta bir güç, kudret atfetmenin sadece siyaseten yanlış bir tutum olmakla kalmayıp, itikadi açıdan da büyük bir tehlike kaynağı olduğunu hatırlatmakta yarar var.
İkinci itiraz ise emperyalistlerin halk hareketlerini yönlendirdiği, biçimlendirdiği ve Suriye örneğinde olduğu üzere kendi çıkarlarına karşı bir rejimin bu yolla yıkılmasını hedefledikleri tezini dillendirenlerden gelmektedir. Çerçeve bu biçimde çizilince Suriye’de rejime muhalif kitlelere karşı Esed yönetiminin yanında saf tutmak anti-emperyalist tutum olarak savunulmaktadır.
Diktatörlük Zulmüne Anti-Emperyalist Söylem Kılıfı
Burada şunu net biçimde görmek gerekir: İntifada olgusunun hedef aldığı rejimlerin tümü diktatörlük düzenleridir. Halk Tunus’ta 20, Mısır ve Yemen’de 30, Libya ve Suriye’de 40 yılı aşan hanedanlık benzeri despotlara karşı özgürlüğünü, hukukunu ve onurunu elde etmek için ayağa kalkmıştır. Bu rejimlerin birbirlerine benzeyen yanları olduğu gibi ayrıştıkları hususlar da mevcuttur. Örneğin Tunus ve Mısır, Arap dünyasında İsrail’e çok yakın ülkelerdir. Yemen ve Bahreyn ABD’nin askerî operasyonlarına her türlü imkânı sağlamaktadırlar. Libya ve Suriye ise İsrail ile diplomatik ilişkileri bulunmayan ve Batılı güçlerce de pek makbul sayılmayan rejimlerdir. Mamafih vahşi birer diktatörlük rejimleri olmaları tümünün ortak paydasını teşkil etmektedir.
Bu noktada İsrail’e dost olmaları nedeniyle Tunus ve Mısır rejimlerinin yıkılmayı hak ettiğini ama İsrail karşıtı tutumu yüzünden Suriye’deki Baas rejiminin ayakta kalması gerektiğini savunmanın ne siyasi ne ahlaki hiçbir ilkesel izahı olamaz. Esed diktatörlüğünün Filistin direnişine destek verdiği, İran’ın bölgede yalnızlaştırılması çabalarına direndiği ve benzeri tezlerin tutarlılığı ya da tutarsızlığını tartışmak da aslında gerekli değildir. İran’ın ya da Filistin halkının çıkarları ve geleceğinin Suriye halkının baskı, işkence ve katliam altında yaşamasını gerektirdiğini düşünmek hem saçma hem de çirkin bir yaklaşımdır. Şu hususu açık ve net olarak vurgulamakta yarar var: Tunus, Mısır ya da Bahreyn halkına tanınan kendi kaderini belirleme hakkının Suriye halkından esirgenmesinin hiçbir mantıki, vicdani, hukuki izahı olamaz!
Suriye halkı tüm halklar gibi, nasıl yaşamak, neyle yönetilmek, kimle dost, kimle düşman olmak istiyorsa buna sadece kendisi karar vermelidir. Birtakım “ulvi hedefler” gerekçesinin ardına sığınarak baskı ve diktatörlük altında ezilmesine fetva aranmamalıdır. Kaldı ki, ümmetin bir parçası olarak Suriye halkının özgür tercihinin ümmetin maslahatlarına uygun olacağı, özelde Filistin, genelde İslami hareketlere yaklaşımının da en azından Arap milliyetçisi, kokuşmuş Baas hanedanının çok ilerisinde, fevkinde olacağı bellidir. Esed rejiminin devrilmesi durumunda en güçlü iktidar alternatifi İhvan hareketidir. İhvan hareketinin belirleyici olacağı bir Suriye’nin ise Filistin davasına Esed’in göstermelik sahiplenişinden çok daha fazla katkı sağlayacağı tartışmasızdır.
Batılı sömürgecilerin planlarının, gücünün görmezden gelinmemesi ile bunların her gelişmenin odağına konulması ve tüm olan bitenin bu çerçevede açıklanmaya çalışılması arasındaki farka da değinmek gerekir. Birincisi bizi dikkatli olmaya sevk ederken, ikincisi bir yandan evhamlı, septik bir ruh haline yol açarken, bir yandan da Müslümanlara ve tüm muhaliflere güvensizliği besler ve statüko yanında saf tutmayı meşrulaştırır.
Oysa bizatihi Suriye’deki intifadayı bir komplo, bir fitne olarak gören İran’ın gelişmelere ne kadar sığ yaklaştığı çok açıktır! Eğer emperyalistlerin zannedildiği gibi bir gücü, kabiliyeti olmuş olsaydı, iki yıl önce İran’da meydana gelen büyük karışıklıkların bir iktidar değişikliğiyle sonuçlanması gerekirdi. Hiç şüphesiz Batılı güçler Ortadoğu’da öncelikle İran’da bir rejim değişikliği gerçekleştirmek için çabalamış, seçimler sonrasında muhaliflerce başlatılan protestoların gelişip topyekûn bir ayaklanmaya dönüşmesi için tüm hünerlerini sergilemiş fakat sonuçta başarısızlığa uğramışlardır. Ortadoğu’da rejim değişikliğini “düşman” İran için arzulayan Batılıların kısa bir süre sonra “dostları”nda bu tür sonuçlarla karşılaşmalarından memnun oldukları elbette hiç söylenemez.
Suriye’de Esed rejiminin NATO tarafından hedef alındığı ve dışarıdan bir müdahaleyle devrilmesi sonrasında işbirlikçi bir iktidarın tesis edileceği, bu yüzden burada ortaya çıkan kitlesel kalkışmanın desteklenmemesi gerektiğini ileri sürenler Suriye halkına iftira etmektedirler. Bu tezler Türkiye’de Kemalistlerin ulusal ve anti-emperyalist söylemleri öne çıkartarak darbeciliği meşrulaştırma, zulme kılıf üretme çabalarına benzemektedir. Korku senaryoları çizerek zalim, vahşi bir statükonun tahkim edilmesine girişenler sürekli biçimde ihtimallerden söz etmeyi sever ama yaşanan gerçekliğe ise gözlerini yumarlar.
Evet, emperyalist yayılma, halk hareketlerinin devirdiği iktidarların yerine bütünüyle Batılı çıkarların muhafızlığına soyunan kadroların getirilmesi, direniş olgusunun aşama aşama zayıflatılıp sonlandırılması hep ihtimal dâhilinde olan hesaplardır. Bunlar elbette asla söz konusu olamaz denilecek şeyler değildir. Ama bu çizilen kara tablolar ne kadar muhtemeldir? Bir şeyin mümkün olması muhtemel olduğu anlamına gelmez!
İkincisi de İslami hareketler neden bu senaryolarda hep etkisiz eleman konumunda algılanırlar? Emperyalistlerin hesapları vardır da İslami hareketlerin yok mudur? Bunca yıllık mücadele birikimleri çöpe atılmayı gerektiren değersiz tecrübeler midir?
Bu noktada intifada olgusuna bir bütün olarak sorumluluk bilinci ve kardeşlik hukuku çerçevesinde yaklaşmamız gerektiğinin altını bir kere daha çizelim. Beklemediğimiz, ummadığımız bir zamanda Rabbimizin inayetiyle müthiş bir hareketlilik, devrim çapında gelişmeler ortaya çıkmış ve bu süreç halen de devam etmektedir. Bu, başından sonuna kadar tümüyle İslami hareketlerce planlanan, belirlenen bir süreç olmamakla birlikte, gerek bu coğrafyada yaşayan halkların kimliği gerekse de İslami yapıların en köklü ve yaygın muhalif yapılar olması nedeniyle İslami alternatif sürece her yerde damgasını vurmuştur.
Statüko sarsılmış, korku duvarları aşılmıştır. Bundan sonrasında sürecin, statükonun asıl sahibi sömürgeciler ve muhafızları konumundaki yerel despotların değil, Ortadoğu halklarının lehine gelişmesi ve dolayısıyla bu halkların gerçek temsilcileri olan İslami hareketleri güçlendirmesi muhtemeldir. Sonuçta bu bir mücadeledir. Kaybetme riski de olmakla birlikte, kazanma ihtimali ve umudu çok büyüktür. Bize düşense bu mücadelede kardeşlerimizin safında yer almak, değişim ve devrim umudunu daha da yeşertecek çabalar içinde olmaktır.