28 Şubat zulmünün 18. Yıl dönümünde Özgür-Der şubeleri ve temsilciliklerinin bir çok il ve ilçede gerçekleştirdiği 28 Şubat mağduru tutsakların haklarının geri verilmesi için düzenlenen basın açıklaması eylemine Sivas Özgür-Der de katıldı. Sivas Kent Meydanında saat 13: 00 de gerçekleştirilen eylemde “Uyan Diren Özgürleş”, “Zulüm ile Abad Olunmaz”, “Darbe Mağdurlarına Özgürlük”, “Direniş Adalet Özgürlük”, “Müslüman Tutsaklara Özgürlük”, “Darbeciler Yenilecek Mazlum Müminler Kazanacak” sloganları atıldı. Bildiri Sivas Özgür-Der Sözcüsü Sinan Ceran tarafından okundu.
Sivas Özgür-Der’den 28 Şubat Fotoğraf Sergisi
Bundan tam 18 yıl önce icraya konulan bir hukuksuzluk, zorbalık ve zulüm sürecinin ilan edilişinin, 28 Şubat darbesi adı verilen militarist kalkışmanın yıldönümünde Sivas Özgür-der tarafından fotoğraf sergisi düzenlendi. Azgınlık ve tekebbürün zirvesindeki sahipleri ve siyaset, medya, akademi, sivil toplum alanındaki destekçilerince “1000 yıl sürecek” kibriyle savunulan bu zorbalığın çok kısa bir sürede tıknefes olmasını en temelde despotik zihniyetin derin meşruiyet krizini yansıtan ve aynı zamanda halka düşmanlığının ve de yabancılığının bir göstergesi olarak değerlendirildiği sergide, medya ve ordu, direniş, cezaevleri ve 28 şubat mağdurları konu edildi.
Okunan bildirinin tam metni:
28 Şubat Hukuksuzluk Sürecinde Mağdur ve Mahkum Edilmiş
MÜSLÜMAN TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK!
28 Şubat 2015
Bugün, bundan tam 18 yıl önce icraya konulan bir hukuksuzluk, zorbalık ve zulüm sürecinin ilan edilişinin, 28 Şubat darbesi adı verilen militarist kalkışmanın yıldönümü. Azgınlık ve tekebbürün zirvesindeki sahipleri ve siyaset, medya, akademi, sivil toplum alanındaki destekçilerince “1000 yıl sürecek” kibriyle savunulan bu zorbalığın çok kısa bir sürede tıknefes olmasını en temelde despotik zihniyetin derin meşruiyet krizini yansıtan ve aynı zamanda halka düşmanlığının ve de yabancılığının bir göstergesi olarak değerlendiriyoruz.
İslami kimlik ve taleplere duydukları kini, öfkeyi açık, sistematik bir militarist dayatma şeklinde dışa vuran bu kadroların halkı korkutma, sindirme ve istedikleri doğrultuda yönlendirme hesaplarının bir kere daha iflas etmiş olduğunun ayan beyan ortaya çıkmış olması gayet sevindirici bir gelişme ve hamd etmeyi gerektiren bir sonuçtur. Aynı şekilde epeyce bir gecikmeyle de olsa cuntacı kadrodan hesap sorulma aşamasına geçilmesini de zorbalıkla yüzleşme ve adaletin tesisi adına çok hayırlı bir gelişme olarak görmekteyiz.
Ve tam da bu noktada, elbette darbecilerden hesap sorulmasına sevinmekle birlikte, 28 Şubat zorbalığının yargı düzleminde yaşanan iki temel çelişkinin görmezden gelinmemesi gerektiğinin de altını çiziyoruz. Öncelikle 28 Şubat yargılamalarının sadece darbenin askeri ayağı ile ve BÇG adlı yapılanma içinde yer almış isimlerle sınırlandırılmış olmasının ciddi bir zafiyet ve vahim bir yanlış olduğunun bir kere daha altını çiziyoruz. 28 Şubat adlı zorbalık şüphesiz askerlerce planlanmış olmakla birlikte siyasetçilerden sermayeye, akademi dünyasından medyaya kadar geniş bir yelpazede görev almış kadrolarca icra edilmiştir. Ve daha fazla vakit geçirilmeden darbenin tüm bu resmi-sivil aktörlerinden de hesap sorulmalıdır. Ayrıca da Ergenekon-Balyoz davaları sürecinde de yaşandığı üzere, 28 Şubat davası sanıklarının da tümüyle tahliye edilmelerinin ve yargılanmalarının tutuksuz sürdürülmesinin de bu kişilere isnat edilen suçla birlikte düşünüldüğünde çok ciddi bir hukuki garabet oluşturduğuna dikkat çekiyoruz.
Öte yandan 28 Şubat hukuksuzluğuna dair hukuk cephesine yansıyan çok daha vahim ve can yakıcı bir zulüm uygulamasının ise yıllardır adeta unutulmaya terk edilmiş oluşunu, görmezden gelinmesini ibretle izliyoruz. Öyle ki, bir yandan darbeciler yargılanırken, diğer yandan darbe sürecinde kotarılan hukuksuz yargılamalar neticesinde mahkum ve mağdur edilenlere ilişkin olaraksa hala hiçbir düzenlemenin yapılmamış olması büyük bir çelişki, tam bir tutarsızlıktır!
Hiç kuşkusuz bu süreçte pek çok kişinin haksız biçimde cezalandırılmış olması 28 Şubat darbecilerinin toplumda yol açtıkları çok boyutlu ve derin sorunlar arasında öne çıkan, hala kanayan bir yara konumundadır. Karanlık sürecin düşmanlaştırdığı İslami kimlikli kişilere yönelik takibat ve yargılamalar neticesinde verilen ağır cezalar nedeniyle hala pek çok kişi cezaevlerinde tutulmakta ya da ülke dışında yaşamak durumundadır. Hukuksuzluğun zirve noktasını teşkil eden “brifinglendirilmiş yargı” marifetiyle bu süreçte verilen akıl almaz kararlarla sayısız insanın, aileleri ve yakınlarıyla birlikte maruz kaldıkları mağduriyet yıllardır sürmektedir.
İslami örgüt suçlamasıyla açılmış pek çok davada verilmiş kararlar nedeniyle yıllardır cezaevinde tutulan ve aynı şekilde bu davalarda isimleri geçtiği için ülke dışında yaşamaya mecbur tutulan pek çok kişinin darbecilerin hukuksuzluğunun mağdurları oldukları bugün her açıdan anlaşılmış, açıklığa kavuşmuştur. Ne var ki, uzun bir zamandır bu konuyla ilgili tartışmalar sürmesine rağmen, hala bu mağduriyetleri sonlandırma adına yargı bazında somut bir adım atılmamıştır.
Oysa darbe sürecinin en önemli ayaklarından birini teşkil eden “yargı brifingleri” mevzusu halen sürmekte olan 28 Şubat darbe davasının en somut başlıklarından birini oluşturmaktadır. Ve bu gerçeğe rağmen bu yargı mekanizmasının yol açtığı mağduriyetlerin bir türlü gündeme gelmemesi büyük bir çelişki demektir. Şu hususun altını çiziyoruz: Eğer brifing hukuka uygunsa, darbe soruşturmasına, davasına konu olması yanlıştır; yok hukuksuz olduğu kabul ediliyorsa, o zaman da buna bağlı olarak yaşatılan mağduriyetlerin telafisi için çaba göstermemek hukuksuzluktur, adaletsizliktir.
Özetle, 28 Şubat sürecinde hukukdışı yöntem ve dayatmalarla haklarında açılmış soruşturma ve yürütülmüş yargılamalar neticesinde mağduriyetleri hala sürmekte olan kişilerle ilgili olarak acilen yeniden yargılama yolunun açılmasını talep ediyoruz. Ve bu sürecin daha fazla haksızlık ve zulme sebep olmaması için de 28 Şubat darbe süreci mağdurlarının acilen tahliye edilmelerinin hukukun ve adaletin gereği olduğunun altını çiziyoruz.
YAKIN ZAMANDAN BİR ÖRNEK RIDVAN ÇAĞRICI: Tam 29 yıldır cezaevinde bulunan Rıdvan Çağrıcı’nın hikâyesi hem yargı kurumlarının hem de ceza ve infaz kurumlarının tepeden tırnağa dökülen ama insanların hayatını da çürütmeye kasteden durumunu gözler önüne seriyor. Öyle ki Rıdvan Çağrıcı’nın maruz kaldığı şeyler yargının hem ideolojik arka planı hem de kadrolarıyla ne kadar tutarsız ama daha da önemlisi hukuktan nasipsiz irkiltici yüzünü anlatan binlerce trajik hikâyeden biridir.
DGM’lerin Bıraktığı Miras
Son dönemde Fethullah Gülen’e bağlı kadrolar tarafından emniyet ve yargıda yürütülen soruşturmaların delil toplamadan karar vermeye kadar derin şaibeler veya karanlık kumpaslar olarak nitelendiğine şahit oluyoruz. Ancak Fethullahçı kadrolar öncesinde Kemalist-ulusalcı kadrolar tarafından verilen yargı kararlarının niteliği unutmayalım ki bunlardan ya farksızdı ya da daha beterdi. Oysa Salih Mirzabeyoğlu’nun tahliye edilmesiyle veya Yakup Köse’nin biraz olsun gündeme gelmesiyle bu sıkıntılı mesele hallolmuş değil. Çünkü cezaevlerinde İslami kimlikleri dolayısıyla uzun yıllardan bu yana eziyete mahkûm edilen insanlarımızın sayısı ve niteliği hiçbir surette azımsanacak gibi değil.
Sivas, İslami Hareket, Jak Kamhi, Menzil, Hizbullah, Hizbut Tahrir, AFİD gibi dava süreçlerinde ortaya çıkanlar emin olun Tahşiye davasında yaşanan skandallardan daha aşağı kalır gibi değil. Üstelik o süreçlerde Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) 15-20 günlük işkenceli sorgulamaların ardından Engizisyon misali giyotinlerini tam mesai çalıştırmakta bir beis görmüyordu.
Devleti, resmi ideoloji, iktidar sınıflarını koruma ve kollama adına sergilenen seferberlik ruhunun ülke ve toplum üzerinde estirilen fırtınaların ne büyük bedellere sebep olduğu az çok hepimizin malumu.
Yargı sınıfı en çok şu üç özelliğiyle bilinirdi değil mi? 1- Her daim durumdan vazife çıkarmaya ahdetmiş olmak, 2- Resmi ideoloji ve askeri cuntalarla tam uyum içinde çalışma kabiliyeti ve 3- Aldığı brifinge veya rüşvete göre konuşlanma becerisiyle maruf olmak.
Rıdvan Çağrıcı bugün 47 yaşında ve tam 29 yıldır cezaevinde. 1984’te 12 Eylül şartlarında ‘Hizbullah örgütüne mensup olmak’ suçlamasıyla cezaevine girdi. 8 yıl sonra, 1992’de çıkarılan afla şartlı tahliye oldu. Fakat 2 yıl sonra yani 1994’te İslami Hareket davasından tutuklandı. Normal şartlarda 25 Aralık 2015’te tahliye olacak. Yalnız tahliye tarihinden bir yıl önce ‘denetimli serbestlik’ koşullarından faydalandırılması gerekiyordu.
Denetimli serbestlik yargı sistemine getirilmiş bir hak fakat bu haktan 29 yıldır cezaevinde tutulan Rıdvan Çağrıcı’yı faydalandırmamak için çirkin mi çirkin kirli bir kumpas devreye sokuluyor maalesef. Bu şaşkın yargı sistemi sayesinde Rıdvan Çağrıcı, ne bir cinayet ne bir yaralama ne bir gasp ne de başka bir fiili suç isnat edilmeden 29 yıldır cezaevinde tutuluyor. Peki, acaba kim, neden ve nasıl Çağrıcı’nın denetimli serbestlik hakkını gasp ediyor?
Adalet Bakanlığı’na Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından verilen ‘rapor’ Çağrıcı’yı bu haktan mahrum eden biricik faktör. Cezaevi Müdürü Başkanlığında kurulan idare ve gözlem kurulu ‘Açık Cezaevine Ayrılma’ hükümlerinden istifade edemeyeceğine dair işgüzarca ve insafsızca, hem yasa hem de hukuk dışı bir tutum alırken bakın hangi gerekçeyi ileri sürüyor?: “Cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyet programlarına terör örgütü olan İslami Hareket ve Hizbullah terör örgüt üyesi arkadaşlarıyla birlikte faaliyetlere katıldığı ve örgüt üyeleri ile aynı odada barındığı gerekçesiyle göstererek Rıdvan Çağrıcı’nın Açık Cezaevine ayrılma hakkından istifade ettirilmemesi yönünde rapor düzenlemiştir.”
İyi ama bir mahkûmun cezaevinde düzenlenen sosyal faaliyetlere kiminle katılabileceği, kiminle katılamayacağı da cezaevi müdürü ve idare tarafından tayin ediliyorken bu saçma ve zorbaca isnat da nereden çıktı şimdi? Ne bekleniyordu Çağrıcı’dan, uzun yıllardır tek başına evet TEK BAŞINA kaldığı hücreden hiç çıkmaması ve hiçbir sosyal faaliyete katılmaması mı? Böyle zalimce bir teklif ve beklenti sahibinin adaletten nasiplendiğini kim iddia edebilir ki?
İNCELENMESİ GEREKEN DAVALAR
Bilebildiğimiz kadarıyla İslamî davalardan cezaevine girmiş 350’den fazla mahpus var. Özellikle müebbet ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alarak cezaevinde yatan mahpusların çoğunluğu 28 Şubat sürecinde yargılanmış ya da kararları bu süreçlerde onaylanmış mahpuslardır. Oluşturulan dosyalar iftiralarla, işkence ile alınmış beyanlarla, saptırmalarla, askerlerin verdiği brifingler sonucunda âdil yargılanma’ yapılmadan verilen cezalarla dolu. 28 Şubat sürecinde ve devamında çok yoğun bir şekilde bu durum yaşandı.
1990’lı yıllarda girmiş ve halen cezaevlerinde olan çok sayıda insan var. Bunların çoğunluğu Sivas davasından, İslami Hareket, Hizbullah, İBDA-C davalarından giren insanlar. Özellikle 2005 sonrasında El-Kaide ve Hizb-ut Tahrir davalarından giren çok sayıda insan oldu. Bunların çoğunluğu gerçekte hiçbir somut delil olmaksızın tamamen soyut iddialar ve her anlama gelebilecek telefon konuşmalarına binaen ceza aldı. Yine malumunuz olduğu üzere gerek İBDA-C gerekse Selam davalarında da çok sayıda Müslümanın cezası onandı ve 2014 itibariyle bu insanlara tekrar cezaevinin yolu gösterildi.
1.) TAHŞİYE DAVASI: Oysa “Tahşiye davası” rahatlıkla görülebileceği üzere başından sonuna tam bir kurgu, iftira ve zulüm olayıdır. Bu konuyla ilgili olarak dönemin İçişleri Bakanı ve Emniyet Müdürünün açıklamalarını adı geçen grubun suçlu olduğunun delili veya operasyonun ardında hükümetin bulunduğunun göstergesi olarak sunmaya kalkışmak konuyu çarpıtmaktır. Dönemin yetkili isimlerinin kimlerce, nasıl bilgilendirildiği malumdur! Kaldı ki, dönemin siyasi ve idari yetkililerinin tümü bu zulme bulaşmış olsa dahi, bu durum Gülenci yapılanmanın boğazına kadar bu kirliliğe battığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Konudan bu şekilde sıyırılmaya kalkışmak, bataklıkta çırpınırken birilerini yanına çekmeye çalışmaktan farksızdır!
Ne yazık ki, Tahşiye olayı adı geçen yapılanmanın bulaştığı hukuksuzluklardan sadece biridir. Bu yapılanmanın gerek emniyet gerek medya vasıtasıyla kendisi açısından riskli gördüğü çeşitli gruplara karşı tutumu farklı olmamıştır. Baştan suçlu oldukları hususunda kesin kanaat getirilen çeşitli İslami gruplara karşı mahkumiyeti önceden tescillenmiş süreçler işletilmiş ve abartılı iddialar, düzmece delillerle yürütülen operasyonlar neticesinde çok sayıda Müslüman mağdur edilmiştir. Hizbuttahrir, Hizbullah, el-Kaide gibi çeşitli adlarla yürütülen operasyonlar ve açılan davalarda yaşanan derin hukuksuzluklar bu olgunun açık göstergesidir. Bugüne dek mağdurların ısrarla dikkat çekmeye çalışmalarına rağmen kulak tıkanan “Gülenci yapılanmanın zulmüne uğradıkları”, haksız ve hukuksuz operasyonlara maruz kaldıkları, eylemlerinden ziyade düşüncelerinden ötürü mahkum edildikleri şeklindeki iddiaları geldiğimiz aşamada ciddi bir şekilde gündeme alınmayı hak etmektedir.
2.) ELAZIĞ İHYA-DER DAVASI: Bu konuda dikkatle yeniden incelenmesi gereken davalara somut bir örnektir. İhya-Der’in Elazığ’daki merkezi ile Malatya, Palu ve Kovancılar şubelerine yapılan baskınlarla başlayan ve Nisan 2009’da açılan dava süreci 14 Ocak 2010 tarihinde sonuçlanmış ve yasal bir derneğin izin alınarak sürdürdüğü etkinliklerinin “yasadışı örgütsel faaliyet” kapsamında değerlendirilmesi neticesinde içlerinde felçli bir hanımın da bulunduğu 19 kişiye 150 yıl hapis cezası verilmiştir. İsrail’in Gazze saldırısını protesto; Mekke’nin Fethi kutlaması; Kerbela faciasının anılması gibi etkinliklerin “Hizbullah” örgütüyle ilişkilendirildiği davada aynen Tahşiye davasında ayakkabılıkta bulunan bomba misali, bir İhya-Der mensubunun işyerindeki çekyatta “örgütsel doküman” ele geçirilmiştir! Çekyatın içinden çıkan bu dökümanda Elazığ’da Gülen Cemaatine bağlı bir okulda müdürlük görevinde bulunan bir kişinin isminin yuvarlak içine alındığı görülmüş ve polisin “eliyle koymuş gibi” bulduğu bu kağıt parçası Malatya 3. Ağır Ceza mahkemesince suikast hazırlığının delili olarak kabul edilmiştir.
Aynı kafa yapısının ürünü deliller, benzeri suçlamalar ve kurgulanmış davalarla bugüne kadar pek çok Müslümanın mağdur edildiği bilinmektedir. Bugün ortaya çıkan “Tahşiye olayı” bu bağlamda yapılan edilenlere ilişkin bir ipucu sunmaktadır. Durum Gülen Cemaati mensupları ve savunucularının konuyu savuşturma adına “Roma’yı da Cemaat yakmıştı!” türünden demagojik yaklaşımlarla geçiştiremeyeceği kadar vahim ve acildir. Bu noktada hükümet de bir giyotin gibi işlemiş ve pek çok mağdur üretmiş hukuksuzluk olgusunun üzerine ciddiyetle gitmeli ve yaşanan mağduriyetleri sadece Gülen Cemaatine karşı bir darbe mantığıyla ele almayıp hukuksuzluğun tasfiyesi için bir arınma vesilesi olarak değerlendirmelidir.
3.) SİVAS OLAYLARI DAVASI: Olayla ilgili 190 kişi gözaltına alınmıştı. 190 kişiden 124’ü hakkında “laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma” suçlamasıyla dava açıldı, geri kalanlar serbest bırakıldı. 26 Aralık 1994’te karara bağlanan dava sonucunda, 22 sanığa 15’er yıl, 3 sanığa 10’ar yıl, 54 sanığa 3’er yıl, 6 sanığa 2’şer yıl hapis cezası, 37 sanığa da beraat kararı verildi. Müdahil avukatlar, kararı “taraflı, hukuka ve adalete aykırı” diye niteleyerek temyize gitti. Yargıtay 9. Ceza Dairesi olayın “Cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye yönelik olduğunu” belirterek DGM’nin kararını esastan bozdu. Ankara 1 No’lu DGM 28 Kasım 1997’de 33 sanığa idam, 14 sanığa da 15 yıla kadar değişen hapis cezaları verdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 24 Aralık 1998’de hapis cezalarını onadı, 33 idam cezasını ise usul noksanlıklarından bozdu. Şubat 1999’da usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonunda 33 sanık, 16 Haziran 2000’de yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002’de idam cezasının kaldırılmasıyla hükümlülerinin cezaları müebbet ağır hapise çevrildi. Sivas Davası, İstiklal Mahkemeleri’nden sonra tek bir davada en çok idam cezasının verildiği ilk dava olarak tarihe geçti.Türkiye, ağırlaştırılmış müebbet hapis dahil çeşitli cezalara çarptırılan 12 kişi hakkında uluslararası arama emri çıkarttı.
4.) JAK KAMHİ DAVASI: Örnek verecek olursak 1993 yılında Jak Kamhi isimli bir iş adamına suikast girişimi dolayısıyla, Osman Erdemir, Can Özbilen ve diğer sanıklara müebbet hapis cezası verilmiş olup bu kişiler halen cezaevindedirler. Bu eylem adam öldürmeye teşebbüs olarak değerlendirilebilecek bir eylem olmasına rağmen Yargıtay içtihatlarına binaen Anayasa’yı ihlal iddiasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. (İdam cezası kalkınca müebbete çevrildi.)
5.)İBDA-C DAVALARI: Yine İBDA-C davalarında da benzer değerlendirmelerle çok basit eylemler bile, (birahane camının taşlanması, Mc Donalds camının taşlanması vb.) anayasal düzene yönelik tehdit olarak ele alınıp bu kapsamda cezalar yağdırıldı. Salih Mirzabeyoğlu’na hiçbir somut eylem atfedilememesine ve örgüt lideri olduğuna dair somut bir delil olmamasına rağmen idam cezası verildi. (İdam cezası kalkınca ağırlaştırılmış müebbede çevrildi.) Üstelik Mirzabeyoğlu’nun sürekli devam etiğini söylediği ve telegram olarak adlandırdığı işkence ile ilgili bugüne kadar işe yarar ve tatmin edici hiçbir somut adım atılmadı.
6.) HİZBU’-TAHRİR DAVALARI:
7. )AĞIR SAĞLIK SORUNLARI OLAN MAHPUSLAR: Cezaevlerindeki kardeşlerimizin sorunları yeterince gündemimize gelmemektedir. Bu konuda üzerimizde bir duyarsızlık hâkimdir. Gözden uzak olan maalesef gönlümüzden de uzakta olmaktadır. Oysa cezaevlerinde pek çok sorun yaşanmaktadır. Yoğun bir tecrit dayatması vardır. Zaten dört duvar arasına kapatılmış ve toplumdan tecrit edilmiş insanlara zindanda da tecrit uygulanmaktadır. Sevk sorunu ise son zamanlarda daha da sıklaşan bir zulüm haline gelmiştir. Haklarında mahkûmiyet kararı verilmiş kişiler ailelerinden, akrabalarından ve dostlarından daha uzak bir şehre gönderilmektedir. Yine ağır hasta olduğu halde ve cezaevlerinin sağlık imkânları yetmediği halde vefat eden veyahut hastaneye yatmasına izin verilmeyen kardeşlerimiz mevcuttur. Bunlardan birisi Cahit Durmaz kardeşimizdi. Yakalandığı kolon kanserine rağmen uzun bir süre tedavisi engellendi. Sağlık kurumlarından verilen raporlarla cezaevinden çıkışı ise ölümünün arifesinde mümkün olmuştu. Cezaevlerinde yaşanan sorunlar elbette düzenin kimliğinden ayrıştırılamaz. Burada İslami Hareket davası kapsamında tutuklanan ve gördüğü ağır işkencelerle felç edilen Cengiz Sarıkaya kardeşimizi de hatırlamamız gerekiyor. Cengiz Sarıkaya cezaevinde kendi temel ihtiyaçlarını dahi görmeyecek kadar ağır sağlık sorunları yaşamaktaydı. Ama başta Kutbettin Gök olmak üzere dava arkadaşları tarafından şefkatle sahiplenildi ve zor şartlar altında bakımı yapıldı. Cengiz kardeşimiz de giderek ağırlaşan sağlık sorunları zirve yaptığında serbest bırakıldı ve çıktıktan kısa bir süre sonra vefat etti.