Sivas Özgür-Der’de “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” Konuşuldu

Sivas Özgür-Der bu hafta Sinan Ceran'ın sunumuyla Haksöz’ün son sayısında yayımlanan Hamza Türkmen’in makalesinden hareketle “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” yalanı ve saptırması konusu ele alındı.

Dernek binasında yapılan seminerin özeti:

Kardeşler, Batılı yaşam tarzını amaçlayanlar için “çağdaşlaşma” bugün bireycilikten, “farklı cinsellik eğilimlerinin eşitliği” kabulüne kadar uzayan köklü bir değişimi ve geleneksel değerler yitimini ifade ediyor. Batı modernitesine göre çağdaş yaşam tarzını üstlenmek ise “ahlaklılık”tır; bu ilerlemeci çizgiden geri kalanlar ise “gerici” veya “yobaz”dır.

Batı için ahlaki değerlerin “evrensel” olduğunun kabulü, hâkim paradigmanın ilerlemeci mantığı ile kurulan ve sürekli değişen hayat biçimine inanmak demektir.

İnsanı ve ahlakı yeniden tanımlayan bu felsefi görüşün hayatımıza müdahale eden, yön gösteren ve ölçü bildiren bir ilahı yoktur.

Oysa inanıyor ve mutlak ilim olarak biliyoruz ki (Kur’an vahyi mutlak ilimdir.) bizi imtihan etmek üzere yaratan, fıtratımızı belirleyen ve her daim bize vahyin sabit ölçülerini gönderen bir ilahımız vardır.

 Bütün resullerin dini birdir ve ilk yaratıldığından bu yana da insanın fıtratı değişmemiştir; dolayısıyla ahlakın örf ile ilgili değişen boyutu olduğu gibi, evrensel sabit ölçüleri de bulunmaktadır. Kur’an bütünlüğünden öğrendiğimize göre İslam’da cinsiyet farklılığından kaynaklanan görev farklılıkları dışında (hamile kalma, muharip olma gibi) insan olma, vahyi kavrama azmi ve takva sahibi olma gibi genel konularda kadın-erkek herkes Allah katında eşittir. Hayatın sonunda mükâfatlandırılacağımız veya cezalandırılacağımız alanlar da aynıdır.

Kardeşler, 1857’de “10 saatlik iş günü ve eşit işe eşit ücret” talebiyle New York’ta 40 bin dokuma işçisi kadının başlattığı grevde 129 kadının yandığı gün, 1910 yılında Alman Sosyal Demokratlarının teklifi ile ‘(Emekçi) Kadınlar Günü’ ilan edilmiştir.

Kadınlara yılda bir kere onur günü bahşedilmesi, onların kapitalist üretim çarkları içine çekilip emek köleliğine dâhil edilmesini engellememiştir.

Maalesef ki 8 Mart Kadınlar Günü’nde de çözüm Aydınlanma, Sanayi Devrimi ve uluslaşma sürecinin paradigmal zinciri içinde aranmakta ve Tanrı’nın yerine insan geçmek istemektedir.

Emek konusunda kadın-erkek eşitliği ile ilgili akım ABD’li Alfred Kinsey’in Cinsellik Araştırmaları Enstitüsü kurup 1948-55 arasında Rockefeller Vakfı’na bağlı olarak, ABD basını ve ABD Barolar Birliği tarafından desteklenmesiyle gündem tutmaya başlamıştır.

Kinsey Skalasına göre insanların “fizyolojik” cinsiyetleri yanı sıra “yönelimleri”ne göre de cinsiyetleri tanımlanır. İlk başlarda ve genelde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” (TCE) kadın-erkek eşitliği talebi olarak gösterilse de Kinsey Skalasında tanımlanan “Cinsel Yönelimler”in eşitliği yani LGBT’lilerin yasal eşitlilik talepleri olarak da gündem olmuştur. Yani bile bile Lût kavmi ahlaksızlığının hukukileştirilip yasa emniyetine alınması söz konusu olmuştur.

1955’ten sonra ABD ceza sisteminde “suç” olarak kabul edilen zina, evlilik öncesi ilişki, kürtaj, çocuk erotizmi, karı-kocanın birbirini aldatması ve eşcinsellik suç olmaktan çıkarılıp, serbestliği kanunlaştırılmıştır.

Diğer bir deyişle TCE, kadın-erkek eşitliği görselliği veya çerçevesi içinde kapitalist güçler, emek sömürüsünü ve kapitalist tüketim kültüründen doğan sorunları örtmek için dikkatleri cinsel içgüdülerin saptırılması konusuna çekmiş ya da bu tür uğraşları desteklemiştir.

Birleşmiş Milletler (BM), 1970’li yıllarda feministlerin gündemini de içselleştirerek kadın sorunlarının ortak bir dil ve strateji ile ele alınabilmesi için 4 kez dünya kadınlar konferansı düzenlemiştir. 1979 yılında da BM Genel Kurulu tarafından “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) kabul edilmiştir.

Türkiye’nin 1986 yılında imzaladığı CEDAW sözleşmesine 186 ülke taraf olmuştur. CEDAW bağlayıcılığı olan en önemli uluslararası belge olarak görülmektedir.

Kadınla ilgili son konferans 1995 yılında Pekin’de yapılmıştır. İslami kesimden Türkiyeli hanımların da iştirak ettiği ve 188 ülkenin katıldığı konferansta “Kadın 2000: 21. Yüzyıl İçin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış” ismiyle özel bir oturum gerçekleştirilmiş ve 1500 akredite sivil toplum örgütü iştirak etmiştir.

Feministlerin ön planda olduğu TCE mücadelesindeki en önemli merhale 1999’da CEDAW’a imza atan ülkelerin bireylerine hukuki başvuru hakkı tanınmış ve bu protokolda Türkiye tarafından daha AK Parti iktidara gelmeden önce 30 Temmuz 2002 tarihinde imzalanmıştır.

2009 yılında Viyana’da yapılan AB Aileden Sorumlu Devlet Bakanları toplantısında Selma Kavaf, ortak protokolde  “Farklı Aile Formları”  ibaresini kabul etmemiştir. Ama 2011 İstanbul Sözleşmesi ile hiçbir itiraz mülahaza kaydı konulmadan çok muğlak olan “Cinsel Yönelim”, “Toplumsal Cinsiyet” tabirleriyle bir nevi LGBT ilişkileri koruma altına alınmış ve karı-koca tanımlarının yanına “partnerler” ifadesi de ilave edilmiştir.

Televizyon ve sosyal medyada çocuklarımızı kuşatmaya çalışan “Biri Bizi Gözetliyor” ve “Survivor” gibi tamamen İslam ahlakı ve örfüyle bağdaşmayan programlar ya da “tek cinslilik” propagandası yapılan K-Pop kanalları veya 13-18 yaş grubunda bizim mahallede de yaygın olan cinsiyeti belirsiz yine 14-17 yaş grubundan oluşan 7 kişilik BTS müzik grubunun Z Kuşağı denilen sanal bir ordu (Army) oluşturmaya çalışmasının beslendiği kaynak da büyük ölçüde Toplumsal Cinsiyet Projesidir.

“Lût’a da (risalet verdik). Hani kavmine demiştik ki: Siz göre göre bu fuhşu işlemeyi sürdürecek misiniz?”

Üç sene önce bazı Alman bakanların gözetimi ve iştirakiyle Taksim’den Tünel’e kadar Türkiye’de örgütlenmiş olarak yürüyen 5 bin LGBT üyesinin taşıdığı ahlaksız ve sapık pankartlardan sadece birkaçını -affınıza sığınarak- hatırlatalım: “Kadın Kadına”, “Velev ki İ.neyiz”, “Eşcinsel Evlilikler Yasallaşmalı”...

Yine bu yıl 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde yaşananlara hepimiz şahit olduk. Bu furya gün geçtikçe büyüyor. Ama buna karşın malesef bir politikamız yok.Bireysel veya bazı camialarin çalışmaları takdire şayan. Bunlar yetersiz ve bunu her müslümanın dert edinmesi gerekir.

Bu yürüyüşlere “Onur Yürüyüşü” deniliyor; zira 1969 yılında New York Stone WallInn adlı yerde polisin aşırı baskısı karşısında ayaklanan eşcinseller, polisleri bara hapsedip 4 gün boyunca sokaklarda çatıştılar. Onuru şöyle izah ettiler: “Kişinin kendi oluşunun onuru, kendi varoluşundan utanmayışının yansıması.”

Türkiye’de de Bursa’da CHP’li Nilüfer Belediyesi doğuştan veya telkinlerle sonradan kazanılan bu farklı cinsel eğilimleri tedavi ettirecek imkânlar sunacağına, onların argümanlarını savunup geliştirecekleri bir Toplumsal Eşitlik Merkezi açmıştır. Türkiye Marksistleri de “kamusal mülkiyet” söylemini hatırlatacak şekilde ve Türkiye halkının değerleriyle çatışmak pahasına; ayrıca Sosyalist Kürt Hareketi de AB standartlarına uyma sığınmacılığı ile LGBT’lileri saflarına katmakta ve gittikçe tek cinsiyetli nonoşlara dönüşmektedirler.

Me’aric Suresinde iffetlerini koruyanların “meşru olarak zevceleri, milk-i yeminleri ile birleşenler olduğu ve bu sınırdan ötesini arayanların ise haddi aştıkları” belirtilir. (70/29-30)

Sonuç olarak Kardeşler, Dünya kapitalizminin ABD, Çin, Rusya ve AB kökenli emperyalist saldırı ve fiilî kuşatmalarına; bomba, kurşun ve işkencelerine karşı gösterdiğimiz basiret ve tepki kadar; Türkiye’deki modernist ve işbirlikçi unsurlar eliyle gösterilen zihinsel ve ahlaki ifsada karşı uyanık ve tepkili olmalıyız. Küresel kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyanın zihinsel, ideolojik, ahlaki kuşatması ve ayartmaları karşısında İslami kimlikli duruşumuzu da tanımlamalı ve şahitliğimizi yaygınlaştırmalıyız.

“La” denilecek yerde yönetimi sivil inisiyatifler /baskı grupları olarak “La” demeye zorlamalıyız.

TCE Protokolünün kabul edilmesi ve yaygınlaştırılması AB yasalarının ve müktesebatının zorlanması yanında; içeride bir avuç feministin, AB fonlarından beslenen ve Türkiye toplumunda karşılığı yüzde 99.99 olmayan LGBT bileşenlerinin Avrupalı eşdeşlerinin dayanışmasıyla oluşmuştur.

Tüm zaaflarına rağmen İslami kesimin ümmet kalma ve ümmet olma yönelimi ve inancı biraz da kaderci bir özgüven içinde bu tür parça parça müfsit saldırıları, ayartma, kuşatma ve saptırmaları aşacağı beklentisi içindedir. Ancak Müslümanların bu kaderci özgüveni küfrün damlaya damlaya göl olacağını ve hayat alanlarımızı kuşatacağını gözden kaçırmaktadır.

TCE uygulamasının MEB’deki açılımı olan ETCEP’in kaldırılmasında sivil kuruluş ve inisiyatiflerimizin çok küçük uyandırıcı dokunuşları yanında Memur-Sen ve Eğitim Bir Sen’in bürokrasi ile özel görüşmelerinde kararlı tavrı önemli rol ifa etmiştir. Zaten kadına şiddeti engelleyeceği ve kadının statüsü için eşitliği sağlayacağı iddia edilen BM ve AB Parlamentosu destekli TCE projesinin en iyi uygulandığı ilk dört ülkede (İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç) beklentiler alabildiğine olumsuz sonuçlar göstermiştir.

Bu ülkelerde son 50 yılda boşanma oranları yüzde 100’ün üzerinde artmıştır. Evlilik oranlarında düşüş yaşanmıştır. Yine bu ülkelerin bir kısmında yarı yarıya, bir kısmında da yarıdan fazla doğan çocuklar evlilik dışı bebeklerdir. Dolayısıyla doğan çocukların yüzde 50’si veya daha fazlası parçalanmış ailelerde veya yetimhanelerde büyümektedir. Ulaşılabilen bu istatistik sonuçları TCE projesinin bir çözüm değil kargaşa ve çöküş getiren ciddi bir saptırma ve yalan yönlendirmeler oluşturduğunu göstermektedir. TCE projesinin adalet temelli bir ölçüsü de yoktur.

2011 Sözleşmesinin Türkiye’deki bir açılımı da 6284 Sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi”ne dair 8.03.2012 tarihli kanuna ve bu kanuna bağlı olan 18.09.2013’te yayınlanan yönetmelik olmuştur. Toplumsal kültürümüz, değerlerimiz ve hukuk mantığı açısından yeterince tartışılmayan 6284 Sayılı Kanun ve Yönetmelik ise “kadına yönelik şiddeti engelleme” söylemini abartmış ve bu sefer de erkek aleyhinde uygulamalara neden olmuştur. Örneğin Kanunun 30. Maddesinde “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için şiddetin uygulandığı hususunda delil ve belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı geciktirilmeksizin verilir.” denilerek adalet ve delil, en azından tutarlı bir karine yerine, beyanın geçerliliğine bağlanmıştır. Bu kanunun çıkması ve yönetmeliğin yürürlüğe girmesinden bu yana, erkek şiddetini engelleyelim derken bu sefer yasaya dayanarak kadının sadece beyanı ile birçok erkeğe şiddet ve usulsüzlük uygulanmıştır.

İçinde yaşadığımız toplumda ifsat ve çözülmelere kapı açan kanun ve protokollerin imzalanmasını durdurmak için bilinçli Müslümanlar, en azından cinsel aykırılar kadar fıtrata ve sabit doğrulara sahip çıkmalı, sivil inisiyatiflerle kamuoyunda baskı oluşturmalıdırlar.

Fedakârlık ve öncülük yapması gereken İslami çevre, grup ve kuruluşlar, kanaat önderleri mahallemizi saran ifsada karşı tutarlı tavırlar alıp tepkiye öncülük yapmadıkça, kitlelerin hamasi ve kaderci beklentilerine mahkûm olmak kaçınılmaz olur.

Geleceğimiz ve çocuklarımızın muhtemel kimlikleriyle ilgili gelişmeleri basiretle takip etmeli ve ifsat konusunda rol üstlenen cinsel aykırı ekoller kadar, tezlerimize ahlaki temelde sahip çıkmalıyız. Çözülme sürecindeki aile yapılarımızı tekrar ‘Büyük Aile’ sıcaklığına ve işlevine kavuşturabilecek yollar aramalıyız. Büyük Aile ister mümin Büyük Aileler olsun, ister Kur’an temelli istişari birlikteliklerimiz olsun inşallah, diyerek sunumunu bitirdi Ceran.

 

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Suriye devrimi ve Gazze konuşuldu
"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi