Sistematik ve Stratejik Mücadele-2

Ahmet Varol

Siyonist işgal ve onun gerçekleştirdiği vahşi saldırılar karşısında harekete geçen kitlelerin zihninde dolaşan en önemli soru “bütün bu tepkiler sadece birkaç günlük bir heyecan ve hiddetten ibaret kalıp da sonra her şey yine siyonist saldırganın arzuladığı istikamete doğru yeniden rayına oturtulacak mı?” sorusudur.

İşgalci saldırgana karşı gerçekleştirilen tepki eylemlerinde de en sık karşılaştığımız soru bu. Böyle olmaması için bizim de ona karşı mücadelemizi stratejik bir şekilde kalıcı, sürekli hale getirmemiz gerekir.
İşgalci saldırganın amacı hiddetin dinmesini beklemek ve ardından tekrar her şeyi kendi istediği istikamete doğru yeniden yönlendirmektir. Beslemelerini bu amaçla ilk günden harekete geçirdi. Onlar böyle bir ortamda Siyonist vahşeti savunmanın kendileri için çok çirkin bir ayıp olacağını, şiddetli bir tepkiyle karşı karşıya kalacaklarını bildikleri halde bunu yapıyorlar. Çünkü siyonist saldırgan, tepkilerin kalıcı ve sistematik hale gelmesini engellemek amacıyla medya ve psikolojik yönlendirme faaliyetlerine büyük harcamalar yapıyor. Onlar da işte bu harcamalardan iyi beslendikleri için tam anlamıyla yüzsüzlük olduğunu ve sert tepkiye sebep olacağını bile bile siyonist vahşetin yanında yer alabiliyorlar.
Bizim de onların oyunlarını bozmak için mücadelemizi kalıcı ve sistematik hale getirmemiz gerekir. Bunu başarmamız da en başta mücadeleyi kitlesel tabana yaymayı gerektirir. Onun için siyonist vahşete karşı olan herkes kendini bu sistematik mücadelenin gönüllüsü addedip Siyonist saldırganlarla yeniden yakınlaşmanın önünü kesmek için toplumsal bilinç ve duyarlılık oluşturma, bu duyarlılığı geniş tabana yayma çabalarına katkıda bulunmalıdır. Bu da bilgilenme ve bilgilendirmeyi gerektirir. Ama doğru bilgiye ulaşma çabası içinde olmalıyız. Siyonist saldırgan ve onunla işbirliği içindeki medya sürekli zihinleri bulandıran gerçek dışı spekülatif ve sansasyonel iddiaları kamuoyuna yayarak kitlenin doğru kanaate ulaşmasını engellemeye çalışıyor. Buna karşı dikkatli olmak gerekir.
Siyonist saldırgan karşısındaki tepkinin sonuçlarının sadece birkaç günlük hiddetten ibaret kalmaması için resmî düzeyde irtibatın sürekli aşağı çekilmesi ve neticede gayri meşru işgali tümüyle ret derecesine varması için bastırmalıyız. İşgal devletinin BM’de kınanması için yürütülen çabalar takdire değerdir ama bundan istediğimiz sonucu elde edemeyiz. Çünkü işgalci bir yandan tehdit etmeye devam etmekte, hatta Türkiye Başbakanının Gazze’ye gitmeye kalkışması halinde onun da gemisini batırabileceklerini söyleyecek kadar arsızlaşabilmektedir. Bazı ortak tatbikatların iptali ve birtakım anlaşmaların askıya alınması olumlu gelişmedir ama bu hâlâ olması gerekenin bayağı gerisinde durulduğunu gösterir. Çünkü “askıya alınması” işgalci saldırgana cesaret verir. İleride işlerin yine kendi istediği doğrultuda rayına oturacağı beklentisine girmesini sağlar. Yapılması gereken tamamen iptal edilmesi, gündemden çıkarılması, yeni anlaşmaların kapılarının bütünüyle kapatılması, geçmişte imzalanmış anlaşmaların iptalinin de gerekçesinin oluştuğunun kendisine bildirilmesidir. Çünkü uluslararası sularda bir ülkenin gemisine saldırılması o ülkenin topraklarına saldırılmasıyla eşdeğerdir. Bir ülkenin topraklarına saldırılması ise savaş ilanı anlamına gelir ve bir ülke kendisine savaş ilan eden tarafla tüm anlaşmalarını bozabilir, savaş ilan eden taraf anlaşmaların iptalinden doğan zarar sebebiyle herhangi bir hak iddiasında bulunamaz. Bu itibarla Türkiye’nin işgalci siyoniste karşı gösterdiği tepki takdire değer olmakla birlikte henüz yumuşak tepki düzeyindedir, sert tepki düzeyine geçilmemiştir. Sert tepki düzeyine geçilmesi için kamuoyunda geniş çaplı bir duyarlılık oluşturmak gerekir.
Türkiye’nin göstereceği tepkiden dolayı Amerikan emperyalizminin yapacağı siyasi baskıların hiçbir tesiri olmayacaktır. Çünkü Amerikan emperyalizmi artık kendi başının derdiyle uğraşmak zorundadır. Şimdilik her ne kadar siyonist saldırgana sahip çıksa da onu himaye etme gücünü büyük ölçüde kaybetmiştir ve önümüzdeki dönemde sahip çıkma gücünü bile kaybedebilir.
Mücadelenin sistematik ve kalıcı hale getirilmesi için Mavi Marmara Gemisi sembolleştirilmeli ve onun etrafında muhtelif etkinlikler düzenlenmeli, onun bir dönüm noktası olarak algılanması sağlanmalıdır. Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davudoğlu’nun da ifade ettiği üzere bu olay Türkiye’nin 11 Eylül’üdür. Daha doğrusu artık dünyanın gündeminde 31 Mayıs 2010 var. Mavi Marmara var. Bu olayla birlikte siyonist işgalin gerçekte yasal bir devlet değil, kanla beslenen, gözünü kan bürümüş, masum insanlara yardım için yola çıkmış masum silahsız insanları bile katletmekten çekinmeyen bir vahşi terör örgütü olduğunu tüm dünya gördü. Bu olay unutulamaz, unutulmamalı.

VAKİT